Bodrum Çocukluk Anılarım
Samim Uslu
1931 yılında Bodrum’da doğdum. Doğası
ve insanları mükemmel olan bu şehirde doğup büyüdüğüm için Tanrı’ya hep
şükretmişimdir. Ailem benden önce, üst üste, küçük yaşlardaki üç evladını
kaybetmiş. Bu nedenle, adete uyarak, beni doğar doğmaz, yaşamam için, babamın
kuzeni olan Salih Uslu’nun eşine bir altına satmışlar. Adı Melek olan ve
kendisi de bir melekten farksız olan bu yengeme çocukken “Cici-anne” derdim ve
kendisini ikinci annem olarak kabul eder ve çok severdim. Çocuklarını da
kardeşim sayardım. Gene adet olduğundan yaşamam için göbek adımı “Yaşar”
koymuşlar. Adıma gelince: o, iki dedem arasında kırgınlığa varan uzun
tartışmalara neden olmuş. Büyük babam “Cumhur” adında diretmiş. Annemin babası
ise bir suikast sonucunda öldürülen çok sevdiği gazeteci “Samim”in adını koymak
istemiş ve sonuçta o kazanmış.
Annemin ailesinde devlet memurluğu
ağırlık kazanıyor. Babası Ahmet Toker Bodrum’da tahrirat katibi (Kaymakam
vekili), amcası Belediye başkanı, dedesi Osmanlı Devleti’nin Sakız Adası
Muhasebecisi, onun babası da Cezayir Defterdarı’ymış. Defterdar olan Cezayir’de
Fransız İdaresi Türkiye’deki Mirascılarını aramış. Bunu duyan akrabalar nüfus
kaydını çıkartmak için hemen nüfus dairesine koşmuşlar. Ancak nüfus memurunun,
kısa süre önce eski nüfus kütüklerini yaktığını öğrenip düş kırıklığına
uğramışlar.
Annemin kuzeni Hilmi Uran valilik,
bakanlık ve CHP Genel Sekreterliği gibi önemli mevkilerde bulunmuş değerli bir
insandır. Dayılarım Ziya, Şükrü ve İsmail Toker memuriyeti seçmeyerek ailelerle
birlikte Güllük Bucağına yerleşip yıllarca Güllük Dalyanı’nı işletmişlerdir.
Babam Ahmet Faik’in ailesi genellikle
ticaretle uğraşır. Büyük Babam Hüseyin Ağa evinin bahçesinde maydanoz
yetiştirip çarşıda satarak işe başlamış. Sonra çerezci dükkanı açmış. Daha
sonra incir ve hayvan ticareti yapıp işini büyüterek önemli bir servet sahibi
olmuş. Bodrum’da 41 odalı han, çarşıda dükkanlar, sahilde evler ve köylerde
yüzlerce dönüm arazi edinmiş. Öldüğünde dört evladı, miras bıraktığı altınları,
tek tek sayamıyarak, kovalara doldurup aralarında bölüşmüşler. Evdeki büyük konsolun
çekmecelerinde duran bu altınları, kimse yokken, odanın içine boşaltır, onlarla
oynar, pırıltılarını seyretmekten zevk alırdım.
Babam, babası öldükten sonra, kardeşi
Mustafa ile birlikte manifatura ve tuhafiye dükkanı işletmeye ve incir alın
satımı yapmaya başladı. Benim çocukluğum, İkinci Dünya Savaşı’nın ortalarına
kadar zenginlik içinde geçti. Babam, mal almak için birkaç ayda bir İstanbul’a
giderdi. O yıllarda Bodrum’lu tüccarlar, yakın olmasına rağmen, İzmir’den değil
de İstanbul’dan mal alırlardı. Çünkü İzmir’de aradıkları aracıyı bulamazlardı.
İstanbul’a kara yoluyla ulaşmak hemen hemen imkansız olduğundan vapurla
gidilir, mallarla birlikte gene vapurla Bodrum’a dönülürdü. Babam her dönüşünde
bize büyük bir sandık dolusu yiyecek getirirdi. Sandığın içinde, kutusunu
açtığımızda odaya mis gibi kokuları yayılan bisküviler, Hacı Bekir lokumları,
badem ezmeleri, çikolatalar, afyon kaymağı, sakız reçeli gibi nefis yiyecekler
bulunurdu.
Ancak, İkinci Dünya Savaşı başlayınca
babamın işleri bozulmaya başladı. Savaşa gireriz korkusuyla mal getirmekten
vazgeçti. Alacaklarını tahsil edemedi. Savaşın ortalarına doğru ticareti
bırakmak zorunda kaldı. Bir de yüklü bir Varlık Vergisi ödeyince maddi
durumumuz bir hayli bozuldu. Varlık Verisi babamı yıkmıştı. İlk defa hüngür
hüngür ağladığını görmüştüm.
Maddi durumumuzun bozulması tahsilime
devam etmemi zora sokmuştu. Neyse ki Milas’daki akrabalarım sayesinde, onların
evlerinde kalarak, ortaokulu bitirebildim. Lisede parasız yatılı okudum.
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Maliye Bakanlığı’nın verdiği bursla okuyabildim.
Ağabeyim Mehmet benden beş yaş
büyüktür. Kendisi gençliğinde çok girgin ve faaldi. Bodrum’da spor, tiyatro,
folklor faaliyetlerini yönetirdi. Daha sonra, Turizm Derneği Başkanı olarak
Bodrum için yararlı işler yapmıştır.
Çocukluk ve ilk gençlik dönemimde beni
ölümün eşiğinden döndüren olaylar olmuştur. Sağ kalmamı, acaba satılmama ve
göbek adımın “Yaşar” olmasına mı borçluyum diye düşündüğüm olmuştur.
İlk olayda ben beşikte yatan
bebekmişim. Bodrum’da çok şiddetli bir yer sarsıntısı olmuş. Annem babam hemen
evden dışarı fırlamışlar. Sonra, beni evde unuttuklarını farkedip içeri
koşmuşlar. Beşiğe baktıklarında beni göremeyince paniğe kapılmışlar. Beşiğin
üstü tamamen sıvalardan dökülen kireç kırıntılarıyla kaplıymış. Kireçleri
eşeleyince altından ben çıkmışım. Nasıl nefes alabildiğim boğulmadığıma şaşıp
kalmışlar.
Üç yaşında iken Kordon’un kenarından
denize düşmüşüm. Yüzü koyun suya gömülü olarak kalmışken, düştüğümü gören
Müezzin Ahmet Hoca sırtımdan tutup sudan çıkartarak beni kurtarmış.
Beş yaşımdayım. Belediyenin
bahçesindeki havuzun kenarında kendi yaşımdaki bir arkadaşımla itişip
kakışırken ben havuza düştüm. Havuz derindi, yüzme bilmiyordum, suya batıp
çıkarak çırpınıyordum. Arkadaşım korkup kaçmıştı. O sırada rastlantı sonucu
oradan geçmekte olan bir adam beni görüp koşarak kurtarmaya geldi. Önce
kemerini çıkarıp uzattı, ancak kısa düştüğü için tutamadım. Bir sırık bulup uzatarak
beni kurtardı. Sonra bacaklarından tutup beni havaya kaldırdı. İçimden nerdeyse
yarım kova dolusu su boşaldı.
Torba’ya giden yolda yaya olarak, tek
başıma yürüyordum. Birden tepeden kocaman bir çoban köpeğinin havlayarak hızla
bana doğru koştuğunu gördüm. Otuz metre kadar arkasından bir köylü kadın
bağırarak telaşla koşuyordu. Kaçmama fırsat kalmadan köpek üzerime atlayıp beni
altına aldı. Korunmak için çırpınmam fayda etmiyor, köpek elbiselerimi
parçalıyor, kollarımı, bacaklarımı ısırıyordu. Köylü kadın yetişip köpeği
zorlukla üzerinden aldı. O kadın olmasaydı herhalde köpek beni parçalayacaktı.
Kan revan içinde kalmıştım. Kimseye görünmemek için tenha arka yollardan
dolaşarak eve döndüm. Annem beni o halde görünce bayılıp yere yığıldı.
Ağabeyim bir bisiklet almıştı. Binmeyi
yeni öğreniyordum. İskelenin ucuna doğru giderken bisikletle denize düştüm.
Düştüğüm yer üç metre derinlikteydi. Suyun üstüne çıkmaya çalıştım başaramadım.
Pantalonumun paçası pedalın dişlilerine takılmıştı, bir türlü kurtaramıyordum.
Nefesim tükenmek üzereydi ki aklıma birden pantalonu çıkarmak geldi. Böylece
kurtulup suyun yüzüne çıktım. Kilotla ve sırılsıklam vaziyette görünüpte rezil
olmamak için son hızla eve koştum. Yazın öğle saatlerinde Bodrum’un
sokaklarında kimsecikler olmazdı. Eve görünmeden ulaşmıştım.
Ondört yaşlarındaydım. Bir gün yelkenli
sandalla limandan çıkıp kalenin ilerisine doğru gidiyordum. Hafif bir rüzgar
vardı. Rüzgar yavaş yavaş sertleşmeye başladı. Denizin üstünde açığa doğru
uçuşan, koyu renkli, küçük dalgacıkları görünce tehlikeli Yıldız Fırtınasının
patlamak üzere olduğunu anlayıp telaşa kapıldım. Netekim biraz sonra Yıldız
patladı. Epeyce açıldığım için karaya ulaşmam imkansızdı. Rüzgar şiddetleniyor,
deniz çalkalanıyor dalgalar giderek büyüyordu. Sandal, arkasına motor takılmış
gibi hızla açık denize doğru sürükleniyordu. Yelkeni zaptedemiyordum. Derken
direk kırıldı, yelkenin yarısı suya gömüldü ve sandal yan yatıp su almaya
başladı. Batmam kaçınılmaz olmuştu. Ölüm korkusuyla titriyor, dualar ediyordum.
Birden yüz metre kadar arkamda büyük bir tekneni bana doğru geldiğini görüp
sevinçten havalara sıçradım. Beni kurtaranların anlattığına göre: Berberin oğlu
karga yavrusu avlamak için kalenin Aslan Kulesinin yıkıntısına çıktığında benim
batmak üzere olduğumu görmüş ve hemen iskeleye koşup haber vermiş. Hayatımı
kurtaran bu çocuğa büyük bir ödül vermiştim.
Bu tatsız olayları anlatmayı burada
keserek çocukluğumun Bodrum’undan bahsetmek istiyorum:
Bodrum, ismi, cismi bilinmeyen, ihmal
edilmiş, kendi haline terkedilmiş bir yerdi. Şehir alt yapıdan yoksundu. Doğru
dürüst cadde, sokak yoktu. Kışın yağmur yağdığında şehrin etrafını çeviren
dağlardan inen sular sokaklarda gürül gürül akar, sokaklar dere halini alır,
evlere girip çıkmak sorun olurdu. Dalga kıran olmadığından liman dalgalara
açıktı. Şiddetli lodosda sandallar batar, tekneler demir tarayarak birbirine
girer, bazen de karaya vurarak parçalanırdı. Su tesisatı yoktu. Halk suyunu
sokaklardaki çeşmelerden ve avlulardaki kuyulardan sağlardı. Kuyu buzdolabı görevini
de görürdü. Hele Bodrum-Milas yolu tam bir felaketti.
“Türkiye’de Devletin hiç ilgilenmediği
iki sürgün yeri vardı: Biri Sinop, diğeri Bodrum” diye konuşulurdu. Komşu
şehirlerin halkı: “... Bodrum, iki dükkan bir fırın, peynir ekmek yemekten ne
ağız kaldı ne burun” diyerek Bodrum’lularla dalga geçerlerdi.
Bodrum’lu insanların iyiliğine diyecek
yoktu. Namusluydular Bodrum’da hırsızlık olayı olmazdı. Evlerin kapıları
kilitlenmez, açık dururdu. Yalnız benim çocukluğumda iki hırsızlık olayı oldu:
Sahildeki bir eve hırsız girmiş, gizli
kasayı açarak içindeki mücevherleri çalmıştı. Ben sabah evin önünden
geçiyordum. Alt kattaki balkonda bir şangırtı oldu. Balkona çıkanlar: “Hırsız
var, yakalayın” diye bağırmaya başladılar. Dönüp baktığımda bir gencin hızla
kaçtığını görüp hemen peşine takıldım. Evlerin avlularına girip duvarlarından
atlıyordu, ben de takip ediyordum. Derken sokağa çıktı ve o sırada sokakta
duran bekçiye yakalandı. Hemen yanlarına koştum. Kendisini görünce donup kaldım
ve çok üzüldüm. Yakalanan genç çok sevdiğim, bana tahta araba ve topaçlar yapan
marangozdu. Çok sevilen ve işinin ehli olan bu marangoz şeytana uymuş ve gizli
kasasını yaptığı evden mücevherleri çalmış, sonra da pişman olup çaldığı
mücevherleri bir torbaya koyarak evin balkonuna atmıştı.
Birgün de başka bir hırsızlık olayı
olmuştu. Bakkal dükkanının toprak damını delip içeri giren hırsız, kağıtlı
şeker, çikolata ve birkaç paket sigara çalmış, paralara dokunmamıştı. Bu da
birincisi gibi günlerce konuşulan bir olay olmuştu. Birkaç gün sonra hırsızın
bir çocuk olduğu anlaşılmıştı. Annesi hırsızlık yaptığını farketmiş ve
kulağından tuttuğu gibi getirip karakola teslim etmişti.
Bodrum’da alt kat pencereleri demirli,
üst kat pencereleri demirsiz iki katlı bir hapishane vardı. Hapishane her zaman
boş dururdu. Yalnız, bir gün, mapushanede bir adam varmış diye şehire bir haber
yayıldı. Herkes merakla onu görmeye gitti. Ben de koşarak gittim. Hapishanenin
sokağından müzik sesleri geliyordu. Binanın önüne halk toplanmıştı. Ben de
aralarına girdim. Mahkum 40 yaşlarında Muğla’lı bir adamdı. Hapishanenin sokağa
bakan penceresinin içine rakı sofrasını kurmuş, gelenleri seyrederek ve
pencerenin önünde yer alan keman, kaval, darbukadan oluşan çalgıcıların kendisi
için çaldığı neşeli havaları dinleyerek rakısını yudumluyordu. Doğrusu, adamın
bu kadar keyif sahibi olmasına herkes şaşırmıştı.
Bodrum’da iş imkanları çok sınırlıydı.
Halk bütün gününü kahvehanelerde oturup çene çalarak ve oyun oynayarak
geçirirdi. Merak edip saymıştım: 3000 nüfuslu şehirde küçüklü, büyüklü tam 49
adet kahvehane vardı. Halkın çoğu dar gelirliydi. Ancak, sebze, meyve boldu ve
ucuzdu. Cuma günleri köylü pazarı kurulurdu. Vasıta olmadığından köylüler
ürünlerini eşeklerle taşıyıp getirirlerdi. Öğle namazından sonra pazar dağılır,
köylüler köylerin dönerlerdi. Satamadıkları sebze ve meyvalarını, taşımaya
değer görmeyerek pazar yerinde bırakırlardı. Onlar gidince fakirler pazara
üşüşerek bir haftalık sebze ve meyve gereksinimlerini parasız sağlarlardı.
Köylü pazarına “yaymacı” diye
adlandırılan kitap satıcıları gelirdi. Yere yayarak sattıkları kitaplarda,
“Leyla ile Mecnun”, “Tahir ile Zühre”, “Arzu ile Kamber” gibi efsanevi aşk
öyküleri ve “Hazreti Ali’nin Kılıcı”, “Hayber Kalesi” gibi kahramanlık öyküleri
anlatılırdı. Biz çocuklar bu kitaplara bayılırdık. Ancak, bir çocuğun aylık
harçlığı bir kitap almaya yetmezdi. Bir çözüm bulmuştuk: Dört arkadaş aylık
harçlıklarımızı birleştirerek bir kitap satın alıyorduk. Parayı denkleştirince
sevinçten havalara uçarak pazara koşardık. Kitabı hepimiz okuduktan sonra,
sırası gelen kitabın sahibi olurdu.
Yaymacılardan, pazara gelen köylüler de
kitap alırlardı. Köylerine döndüklerinde köy kahvehanesinde toplanırlar, okuma,
yazma bilen biri onlara kitapları okurdu.
Böylece, yaymacılar, farkında olmadan,
o zamanın çok kısıtlı imkanları içinde, halkın kitap okuma alışkanlığı
edinmesini sağlıyorlardı.
Evimizin yakınındaki postane başka bir
binaya taşınmıştı. Boş binada oynarken zemin kattaki bir odaya girdiğimde,
terkedilerek yerlere atılmış, Arap harfleriyle yazılı ve üstleri silme Osmanlı
pullarıyla kaplı tomar tomar evraklar ördüm. Bir tomarını alıp eve getirdim.
Avluda onları suya batırıp pullarını çıkardım.
Pulların kenarlarındaki kertikleri
beğenmeyip kestim. O sırada açık olan avlu kapısından beni gören Belediye
Çavuşu koşup yanıma gelerek: “Pulları kesip berbat etmişsin, bunları nereden
buldun?” diye sordu. Ben: “postane binasında bunlardan dolu var” deyince hızla
yanımdan ayrıldı. Onun telaşından şüphelenip ben de peşinden koştum. Geç kalmıştım,
Çavuş bütün evrakları alıp götürmüştü. Böylece, büyük bir serveti kaçırmıştım.
Bu olay bende pula karşı bir ilgi uyandırmıştı. O zamandan bu yana seri hatıra
pulları biriktiriyorum.
Birçok şehirde sinema yokken Bodrum’da
sessiz sinema vardı. Sahibi Nusret adında bir makinistti. Babama, dükkanından
yaptığı alışverişten doğan borcunu ödeyemiyordu. Aralarında bir anlaşma
yaptılar. Borca karşılık bizim aile ücret ödemeden dilediği kadar sinemaya
girebilecekti. Ben bu anlaşmadan yararlanarak sık sık sinemaya gider, bazen
mahallemizin çocuklarını da yanıma alıp parasız sinemaya sokardım. Sinemacının
birçok klasik batı müziği plağı vardı. Bu plakları, film gösterirken, sahneye
uydurarak çalardı. Filmin devamı boyunca çalınan bu plaklar bende klasik batı
müziğine kulak alışkanlığı sağlamıştı.
Bizim evin yanındaki evde, Girit’ten
gelen ve oranın eşrafından olan “Nalbantoğulları” ailesi otururdu.
Balkonlarımız karşı karşıyaydı. Onların balkonundan gramafonla klasik batı müzik
plakları çalınır, ben de zevkle dinlerdim.
Bir gün Ağabeyim eve otuz adet kadar
klasik batı müziği plağı getirdi. Bunları, savaşta Bodrum’a sığınan İtalyan
askerlerinden, ekmek ve incir karşılığında almıştı. Evimizde gramofon vardı.
Bach, Beethoven ve Mozart gibi ünlü bestecilerin en tanınmış eserlerinin
bulunduğu bu plakları dinlemeye doyamazdım. Beni en çok Bach’ın konçertoları
etkilerdi. Halen de çok üzgün veya stresli olduğum anlarda Bach’ın müziğini ve
özellikle Brandenburg konçertolarını dinlediğimde üzüntüm, stresim dağılır,
huzura kavuşurum.
Bodrum’da mehtaplı gecelerde, aileler
sandallara biner şarkılar söyleyerek denizde gezinirlerdi. Gene mehtaplı
gecelerde delikanlılar gruplar halinde şarkılar söyleyerek sahilde
dolaşırlardı. Geceleri sinemaya da gidilirdi. O yıllarda Bodrum halkının başlıca
gece eğlencesi bunlardan ibaretti. Gündüzleri ise halkın aşağıda anlattığım üç
eğlencesi vardı:
Birinci eğlence akşamları şose yolunda
gezinmekti. Şimdi adı Cevat Şakir Caddesi olan cadde o zaman gezinti yeriydi.
Akşam olunca ailelerde şose yoluna çıkma hazırlığı başlardı. Erkekler yeni
elbiselerini giyerler, kızlar ve kadınlar süslenir, çocuklar temiz pak
giydirilir ve hep birlikte şose yoluna gidilirdi. Eşler kol kola girer ve
çocuklarını ellerinden tutar, delikanlılar iki üç kişilik saflar oluştururlar
ve genç kızlar kollarını birbirlerinin bellerine dolar böyle gezinirlerdi.
Tanıdıklar karşılaştıklarında başlarını hafifçe öne eğerek selamlaşırlar ve
bazen de ayak üstü kısa bir söyleşi yaptıkdan sonra yürüyüşe devam ederlerdi.
Birkaç tur atıldıktan sonra evlere dönülürdü.
İkinci eğlence Milas’tan gelen otobüsü
karşılamaktı. İçinde yolcusu olan da olmayan da otobüsü karşılar, gelen
otobüsün başına kalabalık doluşur, çıkan yolcular merakla izlenir ve
tanıdıklara hoşgeldin denirdi. Otobüs kamyondan bozma külüstür bir vasıtaydı.
Kamyonun üzerine marangoz tahtadan büyük bir kasa oturtmuş ve içine de tahta
sıralar koymuş, böylece kamyon otobüs olmuştu. Milas-Bodrum yolu dar, bozuk ve
çok virajlıydı. Ayrıca savaştan dolayı oto lastiği bulunamadığından otobüsün
lastikleri yenilenemiyor, yamanıp yamanıp tekrar tekrar kullanılıyordu. Her
yolculukta en az dört defa lastik patlar, yamandıktan sonra yola devam
edilirdi. Böylesine zorlu bir yolculuktan sonra perişan olmuş durumda Bodrum’a
varıp otobüsten indiğimde karşılayanların sıcak ilgisiyle karşılaşmak ve
tanıdıkların boynuma sarılarak: “hoşgeldin demeleri beni mutlu ederdi.
Üçüncü eğlence yolcu vapurunu
karşılamaktı. Bodrum’a onbeş günde bir, İstanbul ile Antalya arasında işleyen
“Tarı” ve “Dumlupınar” adlı yolcu vapurları uğrar, birkaç saat kaldıktan sonra
yollarına devam ederlerdi. Vapur Değirmen Burnu’nun ucundan
göründüğünde herkes “vapur geliyor”
diye birbirine haber verir ve iskelede toplanılırdı. Liman yeterince derin
olmadığı için vapur giremez, kalenin açığına demirlerdi. Yolcular sandallarla
iskeleye taşınır, seyredenlerin meraklı bakışları altında iskeleye çıkarlar
şehirde biraz dolaştıktan sonra vapura dönerlerdi. Vapuru gezmek isteyen
Bodrumlular sandallarla yanına yanaşırlar ve içine girmek için merdivenine
hamle yaparlar, ancak, kamarotların engeliyle karşılaşıp girmeyi
başaramazlardı. Bazen, iyi bir kamarota rastlanır vapurun ikinci mevki salonuna
girmelerine izin verilirdi. Birinci mevki ziyaretcilere yasak olduğu gibi
ikinci mevki yolcularına da yasaktı. Benim bir ayrıcalığım vardı. Bodrum vapur
acentasının sahibi akrabamdı ve beni birinci mevki salonuna sokardı. Her
defasında, salonu ve oradaki şık giyimli yolcuları hayranlıkla seyrederdim.
Döndüğümde neler gördüğümü öğrenmek için etrafımı saran çocuklara gördüklerimi
ballandıra, ballandıra anlatırdım.
Şilepten bozma olan bu vapurların geniş
ambarları vardı. Maddi durumu iyi olmayanlar ambarda yolculuk ederdi. Ambarlar
tıka basa yolcularla dolu olurdu. Yolcuların çoğu yerlere serdikleri kilimler
ve battaniyeler üzerinde otururlar, az bir kısmı tahta ranzalarda yatıp
kalkalardı. Ambarda yer bulamayanlar, eşyalarıyla birlikte, güvertelerde,
açıkta yolculuk ederlerdi. Ambarın kapısından dışarıya, insanın midesini
bulandıran, ağır, berbat bir koku yayılırdı.
İlkokulda okurken babamın varlıklı
dostlarının vesikalı fotoğraflarına bakarak kömür kalemle portrelerini
yapardım. Karşılığında bana 5 lira verirlerdi. O zamana göre büyük paraydı.
Ayrıca manzara resimleri yapmayı da seviyordum. İlkokulumuzun bahçesinin
altında Cuma günleri köylü pazarı kurulurdu. Bir gün baktım, bahçemizin ucunda
bir ressam pazara bakarak dikkatle izlemeye başladım. Ressam bir ara bana
dönerek: “Sen galiba resimden anlıyorsun, haydi gel bakalım benim resmimi
tenkit et” dedi. Tabloda pazara yayılmış köylüler ve onların ortasında duran
iki adet deve vardı. Bu develeri ressam uydurup oraya koymuştu. Ben: “Bu
develer olmamış” dedim. Ressam merakla: “Ya!.. Neden olmamış?” diye sordu.
“Pazarın ortasında deve olur mu? Onlar bir ürkerse pazarın altını üstüne
getirirler” dedim. Güldü, sırtımı okşadı: “haklısın” dedi. Bundan birkaç yıl
önce Destek Sanat Galerisi’ndeki bir sergide ben bu tabloyu gördüm, çok
heyecanlandım.
İlkokulu birincilikle bitirmeme ve
öğretmenlerimin sürekli istemelerine rağmen babam beni okutmak istemiyordu.
Terketmek üzere olduğu dükkandaki işini devam ettirmemi istiyordu. Bir neden de
okutacak parasının olmamasıydı. Böylece, ilkokulu bitirdikten sonra bir yıl
okulsuz kaldım. Dükkanla hiç ilgilenmedim. Aklım, fikrim okumaktaydı. Okulların
açılmasına yakın babama tekrar tekrar yalvarmalarımdan bir sonuç alamayınca
kaçmaya karar verdim. Bodrum’da Ortaokul olmadığından Milas’a gitmem
gerekiyordu. Gümbetteki tarlaevinde amcamın ailesiyle birlikte kalıyorduk.
Geceyarısı sessizce kalktım. Aylardır harçlığımdan biriktirdiğim paraları ve
önceden hazırladığım kumanyayı alıp gizlice evi terkederek yola koyuldum. Yaya
olarak Milas’a gidiyordum. Milas’a vardığımda Ortaokul Müdürü bulacak, yanıma
aldığım karnemi göstererek bana okuma imkanı sağlaması için yalvaracaktım.
Sonuç alacağımdan emindim. Aşağı yukarı 10 kilometre kadar yürümüştüm. Ne
karanlıktan korkuyor ne de yoruluyordum. Birden arkamdan gelen atların ayak
seslerini duydum. İki atlı gelip yolumu kestiler. Gelenler tarlamızı işleyen
köylülerdi. Birşey demeden beni sürükleyip ata bindirerek geri götürdüler.
Rastlantıyla uyanan amcam kaçtığımı farkedip babamı uyandırmış ve arkamdan bu
atlıları göndermişler.
Benim kaçma olayım işe yaradı. Bütün
ailenin yüklenmesi üzerine babam Milas’a göndermeye razı oldu. Milas’ta “Cin
İmam” adıyla tanınan bir akrabamızın evinde yeme, içme dahil 20 lira aylık
ücret karşılığında kalacaktım.
Milas’a gitmek için bulabildiğim tek
araç atlı arabaydı. Üstü tamamen açık olan iki atla çekilen bu arabaya kadın ve
çocuk tam 16 kişi bindik. Üst üste oturuyorduk. Kıpırdamak bile çok zordu.
Yolculumuz iki gün sürdü. Toz, toprak içine bulanmış bitkin bir halde Milas’ın
çarşı meydanına indik. Babam, Cim İmamı kime sorsan tanır demiş, bir adres
vermemişti. Ama sorduğum kimseler onu tanımıyorlardı. Yorgunluktan bitik
durumda, bulmaktan ümidimi kesmiş, yerde otururken yanıma gelip neyi
beklediğimi soran bir adam imdadıma yetişti. Cin İmamı tanıdığını ve biraz
ilerde oğlunun marangoz dükkanı olduğunu söyledi. Hemen oraya koştum. Oğlu beni
alıp evlerine götürdü.
Üstüm başım toz toprak içindeydi. Ev halkı
şaşkınlık ve üzüntüyle beni seyrediyordu. Biraz sonra odaya, benim yaşımda,
gayet şık takım elbise giymiş ve papyon takmış bir oğlan girdi. Beni görünce
şoke oldu. Etrafdakiler: “Bak, sınıf arkadaşın geldi, haydi elini sık,
hoşgeldin de” dediler. Ancak, çocuk yanıma sokulmaya cesaret edemeyip hemen
odayı terketti. Hayatımda bu kadar utandığımı hatırlamıyorum. Sonradan samimi
arkadaş olduğumuz Faik adlı bu çocuk bir terzinin oğluydu ve bitişikteki evde
oturuyordu.
Kaldığım evin sahibi aslında imam
olmayıp emlak komisyoncusuydu. 40 yaşına bastığında, o zamanda herkesin yaptığı
gibi, artık yaşlandığını düşünerek işini bırakmıştı. Hiçbir geliri ve birikmiş
parası yoktu. Marangozluk yapan oğlu, Milas’ta sık sık uygulanan mevsimlik
tarla kiralayıp tütün yetiştirme işine girmiş ve iki yıl üst üste zarar edip
boğazına kadar borca batmıştı.
Salaş bir ahşap evde Cin İmam, eşi,
oğlu ve 18 yaşlarındaki, yetim kalmış, kız torunu ile birlikte yaşıyorduk. Evde
üç oda vardı. Ben Cin İmam ve eşinin yattığı odada yatıyordum. Babamın
gönderdiği 20 lira aylık ücret dışında eve para girmiyordu. Et, meyva hiç
yenmiyor, ekmek, yumurta ve ucuz sebzelerle besleniyorduk. Bazen de karşıdaki
çayırlık alandan topladığımız ebe gümeci, ısırgan gibi otları kavurup yemekle
yetiniyorduk. Ayda bir, Cin İmam elinde tuttuğu 250 gram tahin helvası paketini
sallaya sallaya eve girer, evde bir sevinç rüzgarı eser, helva özenle beş eşit
parçaya bölünür herkes kendi parçasını yavaş yavaş tadını çıkara çıkara yerdi.
Bütün bu yoksulluğa rağmen neşemize
diyecek yoktu. Akşam olunca, evin genç kızı utunu, kemanımı ve bize katılan
komşu kızı darbukasını alır, hep birlikte çalıp, şarkılar söyleyip, oyunlar
oynayarak neşeli saatler geçirirdik. Aşırı sıcak havalarda, evin altında boş
duran, insan boyundaki zeytinyağı küplerine su doldurur, elbiselerimizle
birlikte içlerine girerdik. Dışarıdan yalnız başlarımız görünürdü. Birbirimize
bakıp komik görüntülerimizee kahkahalarla gülerdik.
Birlikte odayı paylaştığımız Cin İmam
ve karısı her sabah gün doğmadan uyanırlar, yer ocağının yanındaki minderlerine
bağdaş kurup otururlar, odunları ateşleyip kahvelerini pişirirlerdi. Birer
sigara yakıp kahvelerini keyifle içerken tatlı bir sohbete dalarlardı. Beni
uyandırmamak için alçak sesle konuştuklarından ne söylediklerini duymazdım.
Sohbetleri giderek koyulaşır, sigaralar tazelenir, mutlulukları yüzlerinden
okunurdu.
Yarı aç, yarı tok yaşamama rağmen bu
evdeki yaşantımdan çok memnundum. Babamın, ailenin fakir olduğunu duyup beni
başka bir yere yerleştirmemesi için Tanrı’ya dua ediyordum. Ne yazık ki duaları
kabul edilmedi. Bir yıl sonra, hali vakti yerinde başka bir akraba ailenin
yanına yerleştirildim.
Milas’la ilgili anılarımı anlatmayı
burada noktalıyor, savaşla ilgili anılarıma geçiyorum:
İkinci Dünya Savaşıyla ilgili anılarımı
anlatmaya başlamadan önce büyüklerimden duyduğum Birinci Dünya Savaşı’na ait
iki olayı anlatmak istiyorum:
Birinci olay, “Ballı” adındaki bir
deliyle ilgili... Bodrum’da bir düzineye yakın deli vardı Bunlar zararsız
delilerdi. Bizim evin yanındaki sokakta oturan “Deli İbram” sık sık önümüzdeki
yola gelir, avlumuzun duvarına dayanarak yola çömelir, orada saatlerce kalırdı.
Ara sıra iki elini birden, tüfek tutuyormuş gibi, yukarı kaldırıp yüksek sesle
“piyav!” diye bağırarak hayali tüfeğiyle havaya ateş ederdi. “Haydi İbram bir
kere atıver” diyenlerin hatırını hiç kırmaz, hemen ellerini kaldırarak atışını
yapardı. Başka birşey yapmadan evine dönerdi. Deliler Bodrumluların eğlence
kaynağıydılar.
Birinci Dünya Savaşı’nda Fransız harp
gemileri Bodrum Kalesi’nin açığına demirleyip cephane var diye kaleyi
bombaladıkları sırada Ballı adlı deli, şimdiki adı Neyzen Tevfik Caddesi olan
yalıdaki caddede, top seslerinden coşup, hoplayıp zıplayarak bir uçtan bir uca
koşar dururmuş, Fransızlar kendisini farkedince topları ona çevirip
ateşlemişler. Ballı yanından vızır vızır geçen toplara aldırmadan koşmasına
devam etmiş. Bu yüzden sahilde birkaç ev yıkılmış: “ballı”ya gelince, onu
vuramamışlar.
İkinci olay da şöyle olmuş: Birinci
Dünya Savaşı’nda Bodrum’u İtalyanlar işgal etmiş. Halka hiçbir zararları
olmamış. Bir gece ay tutulmuş. Adete göre, havaya ateş edilmesi gerekirken
halkın elinde silah olmadığından tenekelere vurarak sesler çıkartmışlar.
Evlerden gelen bu teneke seslerini, silah sesi zanneden İtalyan askerleri apar
topar Bodrum’dan kaçmışlar ve bir süre de geri dönmemişler.
İkinci Dünya Savaşı’nda, İtalyanların
yönetiminde olan ve Bodrum’un tam karşısında bulunan İstanköy Adası,
İngilizlerle Almanlar arasında birkaç defa el değiştirmiştir. Adanın her ele
geçirilişinde üzerimizden devamlı uçaklar geçer, atılan bombaların yaptığı
sarsıntıdan Bodrum’daki evlerin pencerelerinin camları kırılırdı. Geceleri
gökyüzü, projektörler ve havaya atılan renkli ışıldaklardan dolayı sabaha kadar
gündüz gibi aydınlanır ve biz çocuklar için seyrine doyulmaz bir görüntü
oluşurdu. İstanköy’ün etrafında gemiler batırılıyor, dalgalar, Bodrum’un
köylerinin sahillerine cesetler taşıyorlardı. Köylüler kıyıya vuran cesetleri
aramaya çıkıyorlar,buldukları cesetlerin üzerlerindeki değerli şeyleri
alıyorlardı. Büyük balıkların karınlarından insan parmakları çıkıyordu. Bu
yüzden halk balık yiyemez olmuştu.
Savaş sırasında Bodrum’da bir Alay’dan
oluşan asker vardı. Bizim askerler, üzerimizden geçen her yabancı uçağa mitralyözle
ateş ederlerdi. Uçaklar çok alçaktan uçtukları halde neden hiç vuramadıklarını
merak ederdik. Bir subay merakımızı giderdi. Meğer, askerler kurusıkı ateş
ederlermiş. Rasgele bir uçak düşürürler de sorun çıkar kaygısıyla gerçek mermi
kullanılmazmış.
Geceleri karartma yapıldığından halkta,
uçaklar, İstanköy sanıp Bodrum’u bombalayabilir kaygısı vardı. İngiliz
uçaklarının yanlışlıkla Milas’ı makineli tüfekle taramaları ve bir kişinin ölmesi
halkın kaygısını büsbütün artırmıştı. Şehirde oturanlar köylerdeki tarlalarına
taşınmışlardı. Biz de savaş boyunca, yaz aylarında, Gümbet’te bulunan
tarlamızdaki evde kalmıştık.
İstanköy’ün etrafında olup bitenleri
kalenin en yüksek kulasının üstüne çıkıp, bir arkadaşımızın babasına ait
dürbünle, oradan seyrederdik. Bodrum Kalesi boştu ve her zaman açık olurdu.
Kalenin her tarafı biz çocukların oyun alanıydı. Çok büyük ve değişik ve de
asırlar öncesini yaşatan böyle bir oyun alanına sahip olmak biz çocuklar için
bir şanstı. Oyun oynarken çocuklardan biri: “Uçak hücumbotu kovalıyor” diye
bağırınca hemen kulenin üstüne çıkar uçağın hücumbotu kovalamasını heyecanla
izler, nasıl sonuçlanacağına bahse girerdik. Hücumbot zikzak çizerek son hızla
bizim limana doğru gelir, uçak da üstünde daireler çizerek onu kovalar ve
arasıra topunu gönderir, ancak hücumbotu vuramaz, sadece suları havaya
kaldırırdı. Hücumbot limana girdikten sonra uçak ona birşey yapamaz, birkaç
defa üzerinde dolanıp giderdi. Bir defasında uçağın kovaladığı hücumbot limana
girdikten sonra can havliyle kendini kıyıya atmak isterken kıyının önündeki
sığa bindirmiş ve orada uzun süre oturur durumda kalmıştı.
Bir gün öğle üzeri tek kişilik küçük
bir İngiliz keşif uçağının limanın üstendi dolaştığını gördük. Uçak giderek
alçalıyordu. İçinde oturan pilotu gayet net şekilde görebiliyorduk. Pervanenin
dönüşü iyice yavaşlamıştı. Uçak limana inmek istiyor gibiydi. Sonra limandan
ileriye doğru gitti. Limanın bir kilometre kadar uzağındaki bir tepenin üzerindeyken
içinden pilotun çıkıp atladığını, ancak, paraşütünün açılmadığını ve hızla
aşağıya düştüğünü gördük. Uçak da hemen sonra baş aşağı yere düştü. Uçağın
düştüğü yeri çok iyi biliyordum. Hemen var gücümle oraya doğru koştum.
Paramparça olmuş uçağın yanına ilk ben ulaştım. Etrafta pilotu göremiyordum.
Sağa sola koşup onu ararken bir çalının arkasında eni, boyu 40 santim kadar olan bir paket gördüm.
Dikkatle bakınca paketin altında pilotun küçük bir yığın halinde durduğunu
dehşetle farkettim. Sonradan, uzun boylu bir İngiliz olduğunu öğrendiğim bu
insanın böylesine küçük bir yığın halini almasına çok şaşırmıştım.
Bir sabah, şimdiki yat limanının olduğu
yerde iki adet İngiliz çıkartma gemisinin durduğunu gördük. Alman uçaklarından
kaçarak limana sığınmışlardı. Üzerleri büyük barandalarla örtülere uçaklara
karşı kamufle edilmişlerdi. İçlerinde 20 adet kadar İngiliz askeri vardı. Bu
gemiler Bodrum’da aylarca kaldılar. Konservelerden oluşan gıdalarını Kıbrıs’tan
hücumbotla taşıyıp getiriyorlardı. Boş konserve kutuları denize atılıyordu.
Denizin dibinde bu kutulardan bir tepe oluşmuştu. Bodrumda, bardak, kutu zor
bulunuyordu. Halk geliştirdiği bir yöntem ile cam şişeleri ortasından keserek
barda yapıyordu. Bu nedenle, konserve kutularına talep çoktu. Çocuklar her gün
denize dalıp bu kutuları toplayarak satıyorlardı.
İngiliz askerlerinin karaya çıkmaları
yasaktı. Ancak, gemilerinin etrafında denize girmelerine izin veriliyordu. Biz
çocuklar onlarla birlikte yüzüyorduk. Güler yüzlü ve neşeli gençlerdi. Onlar
aramızda işaretle yürüyen sözsüz bir dostluk oluşmuştu. Bir sabah baktığımızda
gemiler yoktu. İstanköy’deki Almanların gemilerini farkettiklerini anlayıp
limanı terketmişlerdi. Birkaç saat sonra Almanların iki gemiyi de
batırdıklarını ve içlerindeki askerlerden kurtulan olmadığını öğrenip çok
üzülmüştük.
Bir kış günü limana yelkenli büyük bir
gemi geldi. Hayfa... yüklenen portakalları bir yere götürürken düşmanın
takibine uğra.... ve kurtulmak için limana sığınmıştı. Birkaç gün sonra, herhalde limandan uzun süre çıkamıyacağını ve
portakalların çürüyeceğini düşünerek, kaptan taşıdığı bütün portakalları denize
boşalttı. Denizin üstü sapsarı portakallarla kaplandı. Halk, sepet, çuval eline
geçtiyse alıp soğuğa aldırmadan, hatta bazıları elbiselerini bile çıkarmadan denize
atlayıp portakalları kapıştı. Doğrusu nefis portakallardı, açlıktan kırılan
halk için bu tam bir ziyafet ol...?
Bodrum’da bulunduğumuz bir gece Mustafa
Amcam telaşla kapımızı çaldı. Çok endişeliydi. Bize: “Düşman donanması geliyor,
herkes dağlara kaçıyor, çabuk toparlanıp kaçın” dedi. Uzaktan seyrettiğim
savaşın birden bire içine düşmek benim için tam bir şok olmuştu. Elim ayağım
tutmuyor, korkudan titriyordum: Annemle babam da aynı durumdaydılar. Ne
yapacağımızı şaşırmıştık. Sonra toparlanıp hemen paraları, altınları,
mücevherleri bir torbaya koyarak hızla evde çıktık. Avludan sahile çıktığımızda
askerlerin telaşla sağa sola koşuştuklarını, sahile siperler kazdıklarını ve
makineli tüfekler yerleştirdiklerini gördük. Yanımızdaki Gerence sokağına girip
dağa doğru koşanlarla birlikte koşmaya başladık. Ballı Kaya’nın olduğu tepeye
yaklaştığımız sırada, bizi sevince boğan bir haber geldi. Gelen gemilerin bizim
harp gemilerimiz olduğunu bildirdiler. Rahat bir nefes alıp evimize döndük.
Mer, uzaktan birkaç harp gemisinin geldiği görülünce telsizle gemiler aramış,
telsize cevap alınamayınca düşman gemisi olduklarına karar verilmiş.
Yaşlılar, kadınlar, kızlar ve
çocuklardan oluşan yüzlerce İstanköy’lü Rum, savaştan kaçarak, teknelerle gelip
Bodrum’a sığındılar. Bunların bir kısmı hana bir kısmı da sahildeki açık alana
yerleştirildiler. Kıtlığın yaşandığı Bodrum’da onlara çok az yiyecek
verilebiliyordu. Hepsi açtı. Bütün gün deniz kenarında taşların yosunların
arasındaki küçük balıkları tutmaya çalışıyorlar ve tutabildikleri parmak
büyüklüğündeki birkaç balığı, çalı çırpı ile yaktıkları ateşin üstüne tutarak
pişirip yiyorlardı. Genç kızlar, ailelerinin baskısıyla, bir avuç incir ve
birkaç dilim ekmeğe karşılık beraberlerinde getirdikleri çeyizlerinin en
değerli parçalarını vermek zorunda kalıyorlar ve verdikten sonra da hıçkıra
hıçkıra ağlıyorlardı. Onlara çok acıyordum. Ara sıra, karşılığında birşey
almadan, birkaç tane incir veriyordum, sevinçle alıyorlardı. Onları Kıbrıs
Adasına götürmeye cesaret edebilen bir tekne sahibi bulunamadı. Bu yüzden
uzunca bir süre Bodrum’da kaldılar. Bu arada, büyük bir Rum gemisi, Bodrum’un
karasularına kaçak girdiği için yakalandı ve devletce el konularak açık artırma
ile bir Bodrumluya satıldı. Satın alan gemiye “Ege” adını koydu. Biz çocuklar
böylesine büyük ve güzel bir gemiyi ilk defa görüyorduk. Her gün iskelede
demirli olan bu gemiyi görmeye gider, onu hayranlıkla seyrederdik. Geminin
sahibi cesur çıktı. Bodrum’a sığınmış olan Rumları, büyük paralar karşılığında,
partiler halinde Kıbrıs’a taşıdı.
Bir sabah, İstanköy’den Bodrum’a doğru
büyük, küçük birçok teknenin gelmekte olduğunu gördük. Teknelerle gelenler,
savaştan kaçan, İstanköy’deki İtalyan Birliğinin askerleriydi. Bandolarının
çaldığı marşlar eşliğinde, şapkalarını havaya fırlatıp sevinç naralar atarak
limana girdiler. İskeleye yanaşıp karaya çıktılar. Herhalde geriye
çevirmesinler diye, top, tüfek, cephane olarak neleri varsa hepsini
beraberlerinde getirmişlerdi. Bu silahlar iskelede büyük bir tepe oluşturmuştu.
Gelen İtalyan askerleri çarşının yanındaki futbol meydanına götürüldüler. Halk
akın akın onları seyretmeye geldi. O sırada Bodrum’da bir alay askerimiz vardı.
Alay komutanımız heybetli bir Albay’dı. Bizim Albay, başta komutanları olmak
üzere, İtalyan subaylarını tek sıra halinde dizdirdi. Subaylar, daha sonra
başlarına geleceklerden habersiz, halka gülücükler gönderiyorlardı. Albayımız
önce İtalyan komutanın önünde durdu. Birden hiddetle apoletlerini söktü, yüzüne
tükürdü, sonra da bir tekme vurdu. Neye uğradığını şaşıran komutan iki metre
öteye yuvarlandı. Albayımız ayni şeyleri diğer İtalyan subaylarına da yaptı.
Askerlere birşey yapmadı. Olayı seyreden halkın bir kısmı Albay’ın bu
davranışın alkışladı, bir kısmı ise pek doğru bulmadı.
Kale ile onu çevreleyen dış surlar
arasında kalan boş alana çadırlar kurularak İtalyan askerleri bu çadırlara
yerleştirildiler. Bir süre Bodrum’da kaldılar. Kendilerine yeterli gıda
verilemediğinden yarı aç durumdaydılar. Bir kilo incire değerli eşyalarını
bayıla bayıla verirlerdi. Biz çocuklar kalenin dışındaki surların üstünden aşağıya
bakarak onları seyrederdik. Bir gün, çadırların birinden çıkan bir İtalyan
askeri, işaretle, elimdeki ayvayı, kendi elindeki çakıyla değiştirmeyi önerdi.
Kabul edip aşağıya attığım ayvayı alarak çakıyla birlikte çadırına girdi.
Yaptığı bu dolandırıcılığı yanına bırakamazdım. Mahallenin çocuklarını toplayıp
getirdim. Çadırları taş yağmuruna tuttuk. İtalyan askerleri, elleri havada,
çadırlarından dışarı fırladılar. Benim dolandırıcı çakısını hemen bana fırlattı.
Bunu gören birkaç İtalyan askeri de, herhalde korkudan olacak, çakılarını bize
attılar. Böylece bir taşla birkaç kuş vurduk.
Askerler sonra İzmir’e götürülmek üzere
Bodrum’dan ayrıldılar. Önce Milas’a götürüldüler. Orada birkaç gün tutuldukları
ve onlara yolları temizlettirdiklerini işittik. Aydın’dan geçerken halk
tarafından taşlanmışlar.
Bir gün, Turgut Reis açıklarında bir
şilebin batırıldığı haberi geldi. Batırılan İsveç’e ait bir şilepti. İsveç
savaş dışı kalmıştı. Şilep savaşan ülkelere yardım için, Kızılhaç’a ait ilaç
taşıyordu. Herhalde yanlışlıkla batırılmıştı. Belki de bazen olduğu gibi,
şilebin yanına saklanarak giden bir hücumbot farkedilmiş ve atılan toplar
şilebe isabet etmişti. Şileptekileri kurtarmak için limandan olay yerine
tekneler gittiler. Onbeş kadarını kurtarıp getirdiler. Diğerleri ölmüştü.
İskelede toplanan halk kurtarılan İsveç gemicileri şaşkınlıkla seyrediyordu.
Ölümden dönmüş ve arkadaşlarını kaybetmiş olan bu insanlar, sanki hiçbir şey
olmamış gibi, gayet rahat ve neşeliydiler. Futbol sahasının yanından
geçerlerken, top oynayan futbolcuları görünce, hemen soyunup bir takım kurarak
bizim futbolcularla maç yapmaya başladılar.
Savaşla ilgili anılarımı anlatmayı
burada keserek diğer anılarıma geçiyorum:
Çocukluğumda Bodrum’da, savaşın da
etkisiyle, elbiselere kumaş bulunamıyordu. Babamın dükkanına birkaç ayda bir
Sümerbank’tan sınırlı miktarda basma ve kaput bezi gelirdi. Bunlar küçük
parçalara bölünerek halka vesikayla satılırdı. Malın geldiği gün dükkana
saldırılır, vitrin camları kırılır, biz dört, beş kişi önlemeye çalışmamıza
rağmen kumaşlar yağma edilirdi. Bu yüzden babam kumaş getirtip satmaktan
vazgeçmek zorunda kalmıştı.
Halk ceketlerini, paltolarını ters yüz
ederek giymeye devam ederdi. Pantolonlar, çoraplar yamanır, dibi delinen
ayakkabılara pençe yapılır ve ayrıca, çabuk yıpranmasın diye ayakkabıların
tabanlarına “kabara” denen iri başlıklı çiviler çakılırdı. Fakirlerin ayakkabı
derdi yoktu. Onlar yaz, kış yalınayak dolaşırlardı. Ayaklarına altı yarım
santim kalınlığında nasır bağladığından yazın sıcağından kışın soğundan
etkilenmezlerdi. Köylülerin “gök don” adı verilen şalvarları, değişik renkte
kumaş parçalarından yapılan yamalardan dolayı rengarenk görünürdü.
Eskiden Bodrum halkının aşağı yukarı
yarısını mübadele gelen Girit’li Türkler oluşturuyordu. Mübadeleden öncede
Girit’ten gelen birkaç aile vardı. Onlar Girit’in ileri gelenlerindendi.
Mübadele yoluyla gelenlerin çoğu dar gelirliydi ve meslekleri balıkçılık ve
süngercilikti. Giritliler Bodrum’da süngerciliğin gelişmesini sağlamışlardır.
İçlerinden bazı kaptanlar, Akdeniz’in dibini avuçlarının içi gibi bilirler ve
sünger yataklarını elleriyle koymuş gibi bulurlardı.
Çocukluk yıllarımda yerli halkla
Giritliler anlaşmakta zorluk çekiyorlardı. Yerli halk tutucu değildi ama
Girit’li kızları kolsuz bluz giymeleri, sözlü ve nişanlı Giritlilerin el ele
tutuşarak sokaklarda dolaşmaları ve bir evde yalnız başına kalmaları hoş
karşılanmıyordu. Çok seyrek de olsa yerli gençlerle Girit’li gençler arasında
taşlı, sopalı meydan kavgaları olurdu. Öyle durumlarda biz yerli çocuklar, bir
süre, Giritli Mahallesi’ne gitmeye cesaret edemezdik.
Giritlilerin içinde hiç Türkçe
bilmeyenler vardı. Bazıları yarı Türkçe yarı Rumca konuşurlardı. Yalnız Atina
Radyosunu dinlerlerdi. Onların mahallesinin bir Rum şehrinin mahallesinden
farkı yoktu.
Ancak, bu durumlar uzun sürmedi.
Gençliğimde herşey düzelmiş ve yerli halkla Giritliler kaynaşmışlardı.
Bodrum’a elektriğin gelişini rahmetli
Mühendis Mehmet Uslu Ağabeyim bana şöyle anlatmıştı:
“Bodrum’a ilk elektiriği 1926 yılında
makinist Nusret sağladı. O yılda birçok şehirde elektrik yoktu. Nusret, büyük
bir sobada, Şeytanın Ahmet’e körükleme işini yaptırarak, kömürü yarı yanmış
şekilde yakıp bol karbondioksit elde etti. Karbondioksiti dar bir delikten
geçirip sıkıştırdı ve doğal gaz gibi kullanıp dinamoyu onunla çalıştırarak
elektrik üretti. Elektrik direği yoktu. Ampuller ağaçlar ve evlerin duvarlarına
asılırdı. Evlerde sadece bir ampul bulunurdu ve genelde oturulan odaya konurdu.
Babam Hasan Uslu ampul satar ve alanların adlarını deftere yazardı. Elektrik
ücreti ampul sayısına ve muma göre alınırdı. Genellikle, daha ucuza geldiği
için, 25 mumluk ampul kullanılırdı. Daha sonra, mazotlu elektrik makinasını
gene Nusret kurup çalıştırdı.”
Bodrum’da yaşayan ve Halikarnas Balıkçısı
adıyla tanınan Cevat Şakir biz çocukların gözünde erişilemez derecede büyük bir
insandı. Ancak, uzun boyu, kalın sesi ve çatık kaşlarından dolayı yanına
yaklaşmaktan çekinirdik. Görünüşü böyleydi ama kendisi çocuklara iyi davranırdı.
Cevat Şakir’in evi, çocukluğumun ilk yıllarındaki adı Rum Mahallesi, sonraki
adı Giritli Mahallesi ve şimdiki adı da Kumbahçe Mahallesi o an mahallenin
sahilindeydi. Evinin kapıları her zaman açık olurdu. Evinde çok az eşya vardı.
İçerisi çıplakmış gibi görünürdü. Bazen, kendisini, odanın ortasında yere boylu
boyunca uzanmış vaziyette bir şeyler yazarken görürdük.
Cevat Şakir Belediyenin bahçıvanıydı.
Yedi lisan bilen ve Oxford mezunu olan böylesine değerli bir insanın
bahçıvanlık yapmasına biz çocuklar hiç akıl erdiremezdik. Sırtında gübre
çuvalları taşıyarak Bodrum’da üç tane egzotik park yapmıştı. İzmire taşındıktan
kısa bir süre sonra bu parklar yerle bir edildi. Bodrum’a geldiğinde özene
bezene yaptığı parklarını göremeyince çarşının ortasına oturmuş ağlamış.
Bodrum’da Ramazan topunu yıllarca Cevat
Şakir atmıştır. Ramazan topu kalenin dışını çevreleyen surun üstüne
yerleştirilirdi. Cevat Şakir, topu ateşlemek için, meyilli topraktan yürüyerek
surun üzerine çıkar, topun fitilini ateşledikten sonra hızla aşağı iner, hemen
sonra da top patlardı. Topun sesi yarımadanın her tarafından rahatlıkla
duyulurdu.
Benim doğup büyüdüğüm ev deniz
kenarında, şimdiki Neyzen Tevfik Caddesi üzerindedir. Eski ve taş bir evdir.
Neyzen Tevfik çocukluğunu bu evde geçirmişti. Evin taş duvarları zeminde 90
santim kalınlığındadır. Kalınlık duvar yükseldikçe azalır ve en yukarıda 50
santime iner. Tavan tahtadan yapılmıştır. Tahtaların üzerine sıcağı geçirmeyen
erişte serilmiştir ve onun üstü “geren” adı verilen, su geçirmez yağlı bir
toprakla örtülmüştür. Erişte denizde yetişen ince şerit şeklinde bir bitkidir.
Dalgalar tarafından sökülüp karaya atılan ve kıyılarda kümeler halinde durur.
İyi bir yalıtkandır. Evlerde erişteye gömülen limonlar aylarca tazeliğini
korurdu.
Evin yarım dönüm bahçesi vardı. Etrafı
üç metre yüksekliğinde taş duvarlarla çevrilmişti. Caddenin üzerindeki taş
duvarların üstünde bir karış derinliğinde oluklar vardı. Sahil boyunca uzanan
bu davarların oluklarından çarşı içindeki su deposuna akan sular geçerdi.
Duvarlara ustalıkla meyil verilmişti. Su, oluklardan duraksamadan ve geri
gitmeden akardı. Olukların, evlerin önlerine rastlayan kısımlarına küpler
yerleştirilmişti. Küplerde biriken sularda çamaşır yıkanırdı. Bir evin kirli
suları diğer evlerin küplerine taşındığı için annem küpte çamaşır yıkamazdı.
Sonradan sular akmayınca olukları toprakla doldurup içlerine boydan boya nergis
dikmiştim.
Caddeye bakan duvarın dibinde üstü
kesilmiş, alt gövdesi kalmış bir hurma ağacı vardı. Önümüzdeki caddeden gelin
alayı ve çeyiz develeri geçerken hemen hurma ağacının oyuklarına basarak
duvarın üstüne çıkar onları seyrederdim. Evin içindeki annemin de seyretmesini
ister, kendisini ısrarla çağırırdım. İşim var deyip gelemeyince çok kızardım.
Bodrum’da düğünler bahar ve yaz
aylarında evlerin avlularında yapılırdı. Ortada oyun yeri bırakılarak
sandalyeler bir daire şeklinde dizilir, onlara kızlar, kadınlar oturur,
erkekler onların arkasında ayakta dururlardı. Keman, cümbüş, kaval ve darbuka
çalan çalgıcılar oyun alanının kenarında yer alırlardı. Oyunlar Bodrum’a ait
türküler eşliğinde oynanırdı. Çalgıcılar hem çalar hem de türküleri
söylerlerdi. Bu türküler aslında oyun havası olarak bestelenmemişlerdi. Ancak,
ritimleri oyun oynamaya uygundu. Ayrıca her yerde bilinen Harmandalı,
Sepetçioğlu ve Çiftetelli gibi oyun havalarıyla da oynanırdı. Bodrum’a ait bazı
türkülerde, sevgililerin eşlerini kaybedenlerin acıları ve yakınmaları dile
getirilmiştir. Anlatılanlar, yaşanmış gerçek olaylardır. Neşeli bir ortam olan
düğünlerde ölümlerin, acıların anlatıldığı böyle türkülerle coşulup oyunlar
oynanması nedense yadırganmazdı.
Düğünlerde oyunlara önce kızlar ve
kadınlar başlardı. Oyun kaldırıcı bir kadın vardı. Oynayacak olanları o seçer
ve yanına gidip kaldırarak oyun yerine çıkartırdı. Kızların, kadınların
oyunları bittikten sonra erkekler oynamaya başlarlardı. Herkesin kendine ait
bir oyun havası vardı. Oyun yerine çıkan önce kendi oyun havasının adını
söylerdi. Eğer çalgıcılar biliyorlarsa o söylemeden çalmaya başlarlardı. Bazen
bir erkek oynarken daha oyununu bitirmeden başka bir erkek oyun yerine girip
oynamaya başlardı. Buna “keydirme” denir ve hoş karşılanırdı. Ancak, ara sıra,
aşırı alkol alanlar arasında bu yüzden kavga çıktığı da olurdu.
Düğünler birkaç gün sürerdi. Her düğün
gecesinin “ Kına Gecesi ”, “ Temeldevran
Gecesi ” gibi ayrı adları vardı. Son düğün gecesi bitiminde gelinle
damat geceyi birlikte geçirmezler, kendi evlerinde kalırlardı. Ertesi günü
sabah damadın yakınları, yaya olarak, çalgıcılar eşliğinde, gelini almak için
onun evine giderlerdi. Çalgıcılar, keman cümbüş, gırnata (alaturka müzik çalmak
için özel yapılmış klarnet), kaval ve davul çalanlardan oluşurdu. Gelin evinden
alınıp süslü bir ata bindirilir, atın başını damadın bir yakını çekerdi. Gelin
alayı çalgı eşliğinde oyunlar oynayarak gelinin arkasından yürürdü ve gelini
damat evinde kendisine teslim ederlerdi. Damat gelini attan indirir, birlikte
evin kapısından içeri girerlerken, arkadaşları, adet gereği damadın sırtına
yumruk atarlardı. Gece yarısı da gene arkadaşları bu defa damadın evinin
kapısını yumruklarlar ve bir tepsi saraylı tatlısı almadan kapıdan
ayrılmazlardı. Gelin köyden şehire geliyorsa, gelin alayı köyden hareket ettiği
anda köyün delikanlıları hemen atlara atlayıp şehire doğru yarışa başlarlardı.
Hangisi damadın evine önce varıp gelinin köyden hareket ettiğini bildirirse o,
bir tepsi saraylı tatlısı kazanırdı.
Gelinin çeyizleri damadın evine develerle taşınırdı. Çeyizler
sandıklara konup develere yüklenir, sandıkların üstlerine halılar konurdu. Deve
ve halı adedi gelinin zenginlik derecesini gösterirdi. Develer yürüdükçe,
boyunlarına asılan büyük çanlar çalar ve böylece çeyizin yoldan geçtiği
duyulurdu. Çeyiz, damadın evinde, sandıklardan çıkartılıp herkesin görmesi için
odaya dizilirdi.
11 Haziran 1999
Samim Uslu