25 Aralık 2013 Çarşamba

Bodrum Çocukluk Anılarım; Samim Uslu

Bodrum Çocukluk Anılarım
Samim Uslu

1931 yılında Bodrum’da doğdum. Doğası ve insanları mükemmel olan bu şehirde doğup büyüdüğüm için Tanrı’ya hep şükretmişimdir. Ailem benden önce, üst üste, küçük yaşlardaki üç evladını kaybetmiş. Bu nedenle, adete uyarak, beni doğar doğmaz, yaşamam için, babamın kuzeni olan Salih Uslu’nun eşine bir altına satmışlar. Adı Melek olan ve kendisi de bir melekten farksız olan bu yengeme çocukken “Cici-anne” derdim ve kendisini ikinci annem olarak kabul eder ve çok severdim. Çocuklarını da kardeşim sayardım. Gene adet olduğundan yaşamam için göbek adımı “Yaşar” koymuşlar. Adıma gelince: o, iki dedem arasında kırgınlığa varan uzun tartışmalara neden olmuş. Büyük babam “Cumhur” adında diretmiş. Annemin babası ise bir suikast sonucunda öldürülen çok sevdiği gazeteci “Samim”in adını koymak istemiş ve sonuçta o kazanmış.
Annemin ailesinde devlet memurluğu ağırlık kazanıyor. Babası Ahmet Toker Bodrum’da tahrirat katibi (Kaymakam vekili), amcası Belediye başkanı, dedesi Osmanlı Devleti’nin Sakız Adası Muhasebecisi, onun babası da Cezayir Defterdarı’ymış. Defterdar olan Cezayir’de Fransız İdaresi Türkiye’deki Mirascılarını aramış. Bunu duyan akrabalar nüfus kaydını çıkartmak için hemen nüfus dairesine koşmuşlar. Ancak nüfus memurunun, kısa süre önce eski nüfus kütüklerini yaktığını öğrenip düş kırıklığına uğramışlar.
Annemin kuzeni Hilmi Uran valilik, bakanlık ve CHP Genel Sekreterliği gibi önemli mevkilerde bulunmuş değerli bir insandır. Dayılarım Ziya, Şükrü ve İsmail Toker memuriyeti seçmeyerek ailelerle birlikte Güllük Bucağına yerleşip yıllarca Güllük Dalyanı’nı işletmişlerdir.
Babam Ahmet Faik’in ailesi genellikle ticaretle uğraşır. Büyük Babam Hüseyin Ağa evinin bahçesinde maydanoz yetiştirip çarşıda satarak işe başlamış. Sonra çerezci dükkanı açmış. Daha sonra incir ve hayvan ticareti yapıp işini büyüterek önemli bir servet sahibi olmuş. Bodrum’da 41 odalı han, çarşıda dükkanlar, sahilde evler ve köylerde yüzlerce dönüm arazi edinmiş. Öldüğünde dört evladı, miras bıraktığı altınları, tek tek sayamıyarak, kovalara doldurup aralarında bölüşmüşler. Evdeki büyük konsolun çekmecelerinde duran bu altınları, kimse yokken, odanın içine boşaltır, onlarla oynar, pırıltılarını seyretmekten zevk alırdım.
Babam, babası öldükten sonra, kardeşi Mustafa ile birlikte manifatura ve tuhafiye dükkanı işletmeye ve incir alın satımı yapmaya başladı. Benim çocukluğum, İkinci Dünya Savaşı’nın ortalarına kadar zenginlik içinde geçti. Babam, mal almak için birkaç ayda bir İstanbul’a giderdi. O yıllarda Bodrum’lu tüccarlar, yakın olmasına rağmen, İzmir’den değil de İstanbul’dan mal alırlardı. Çünkü İzmir’de aradıkları aracıyı bulamazlardı. İstanbul’a kara yoluyla ulaşmak hemen hemen imkansız olduğundan vapurla gidilir, mallarla birlikte gene vapurla Bodrum’a dönülürdü. Babam her dönüşünde bize büyük bir sandık dolusu yiyecek getirirdi. Sandığın içinde, kutusunu açtığımızda odaya mis gibi kokuları yayılan bisküviler, Hacı Bekir lokumları, badem ezmeleri, çikolatalar, afyon kaymağı, sakız reçeli gibi nefis yiyecekler bulunurdu.
Ancak, İkinci Dünya Savaşı başlayınca babamın işleri bozulmaya başladı. Savaşa gireriz korkusuyla mal getirmekten vazgeçti. Alacaklarını tahsil edemedi. Savaşın ortalarına doğru ticareti bırakmak zorunda kaldı. Bir de yüklü bir Varlık Vergisi ödeyince maddi durumumuz bir hayli bozuldu. Varlık Verisi babamı yıkmıştı. İlk defa hüngür hüngür ağladığını görmüştüm.
Maddi durumumuzun bozulması tahsilime devam etmemi zora sokmuştu. Neyse ki Milas’daki akrabalarım sayesinde, onların evlerinde kalarak, ortaokulu bitirebildim. Lisede parasız yatılı okudum. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Maliye Bakanlığı’nın verdiği bursla okuyabildim.
Ağabeyim Mehmet benden beş yaş büyüktür. Kendisi gençliğinde çok girgin ve faaldi. Bodrum’da spor, tiyatro, folklor faaliyetlerini yönetirdi. Daha sonra, Turizm Derneği Başkanı olarak Bodrum için yararlı işler yapmıştır.
Çocukluk ve ilk gençlik dönemimde beni ölümün eşiğinden döndüren olaylar olmuştur. Sağ kalmamı, acaba satılmama ve göbek adımın “Yaşar” olmasına mı borçluyum diye düşündüğüm olmuştur.
İlk olayda ben beşikte yatan bebekmişim. Bodrum’da çok şiddetli bir yer sarsıntısı olmuş. Annem babam hemen evden dışarı fırlamışlar. Sonra, beni evde unuttuklarını farkedip içeri koşmuşlar. Beşiğe baktıklarında beni göremeyince paniğe kapılmışlar. Beşiğin üstü tamamen sıvalardan dökülen kireç kırıntılarıyla kaplıymış. Kireçleri eşeleyince altından ben çıkmışım. Nasıl nefes alabildiğim boğulmadığıma şaşıp kalmışlar.
Üç yaşında iken Kordon’un kenarından denize düşmüşüm. Yüzü koyun suya gömülü olarak kalmışken, düştüğümü gören Müezzin Ahmet Hoca sırtımdan tutup sudan çıkartarak beni kurtarmış.
Beş yaşımdayım. Belediyenin bahçesindeki havuzun kenarında kendi yaşımdaki bir arkadaşımla itişip kakışırken ben havuza düştüm. Havuz derindi, yüzme bilmiyordum, suya batıp çıkarak çırpınıyordum. Arkadaşım korkup kaçmıştı. O sırada rastlantı sonucu oradan geçmekte olan bir adam beni görüp koşarak kurtarmaya geldi. Önce kemerini çıkarıp uzattı, ancak kısa düştüğü için tutamadım. Bir sırık bulup uzatarak beni kurtardı. Sonra bacaklarından tutup beni havaya kaldırdı. İçimden nerdeyse yarım kova dolusu su boşaldı.
Torba’ya giden yolda yaya olarak, tek başıma yürüyordum. Birden tepeden kocaman bir çoban köpeğinin havlayarak hızla bana doğru koştuğunu gördüm. Otuz metre kadar arkasından bir köylü kadın bağırarak telaşla koşuyordu. Kaçmama fırsat kalmadan köpek üzerime atlayıp beni altına aldı. Korunmak için çırpınmam fayda etmiyor, köpek elbiselerimi parçalıyor, kollarımı, bacaklarımı ısırıyordu. Köylü kadın yetişip köpeği zorlukla üzerinden aldı. O kadın olmasaydı herhalde köpek beni parçalayacaktı. Kan revan içinde kalmıştım. Kimseye görünmemek için tenha arka yollardan dolaşarak eve döndüm. Annem beni o halde görünce bayılıp yere yığıldı.
Ağabeyim bir bisiklet almıştı. Binmeyi yeni öğreniyordum. İskelenin ucuna doğru giderken bisikletle denize düştüm. Düştüğüm yer üç metre derinlikteydi. Suyun üstüne çıkmaya çalıştım başaramadım. Pantalonumun paçası pedalın dişlilerine takılmıştı, bir türlü kurtaramıyordum. Nefesim tükenmek üzereydi ki aklıma birden pantalonu çıkarmak geldi. Böylece kurtulup suyun yüzüne çıktım. Kilotla ve sırılsıklam vaziyette görünüpte rezil olmamak için son hızla eve koştum. Yazın öğle saatlerinde Bodrum’un sokaklarında kimsecikler olmazdı. Eve görünmeden ulaşmıştım.
Ondört yaşlarındaydım. Bir gün yelkenli sandalla limandan çıkıp kalenin ilerisine doğru gidiyordum. Hafif bir rüzgar vardı. Rüzgar yavaş yavaş sertleşmeye başladı. Denizin üstünde açığa doğru uçuşan, koyu renkli, küçük dalgacıkları görünce tehlikeli Yıldız Fırtınasının patlamak üzere olduğunu anlayıp telaşa kapıldım. Netekim biraz sonra Yıldız patladı. Epeyce açıldığım için karaya ulaşmam imkansızdı. Rüzgar şiddetleniyor, deniz çalkalanıyor dalgalar giderek büyüyordu. Sandal, arkasına motor takılmış gibi hızla açık denize doğru sürükleniyordu. Yelkeni zaptedemiyordum. Derken direk kırıldı, yelkenin yarısı suya gömüldü ve sandal yan yatıp su almaya başladı. Batmam kaçınılmaz olmuştu. Ölüm korkusuyla titriyor, dualar ediyordum. Birden yüz metre kadar arkamda büyük bir tekneni bana doğru geldiğini görüp sevinçten havalara sıçradım. Beni kurtaranların anlattığına göre: Berberin oğlu karga yavrusu avlamak için kalenin Aslan Kulesinin yıkıntısına çıktığında benim batmak üzere olduğumu görmüş ve hemen iskeleye koşup haber vermiş. Hayatımı kurtaran bu çocuğa büyük bir ödül vermiştim.
Bu tatsız olayları anlatmayı burada keserek çocukluğumun Bodrum’undan bahsetmek istiyorum:
Bodrum, ismi, cismi bilinmeyen, ihmal edilmiş, kendi haline terkedilmiş bir yerdi. Şehir alt yapıdan yoksundu. Doğru dürüst cadde, sokak yoktu. Kışın yağmur yağdığında şehrin etrafını çeviren dağlardan inen sular sokaklarda gürül gürül akar, sokaklar dere halini alır, evlere girip çıkmak sorun olurdu. Dalga kıran olmadığından liman dalgalara açıktı. Şiddetli lodosda sandallar batar, tekneler demir tarayarak birbirine girer, bazen de karaya vurarak parçalanırdı. Su tesisatı yoktu. Halk suyunu sokaklardaki çeşmelerden ve avlulardaki kuyulardan sağlardı. Kuyu buzdolabı görevini de görürdü. Hele Bodrum-Milas yolu tam bir felaketti.
“Türkiye’de Devletin hiç ilgilenmediği iki sürgün yeri vardı: Biri Sinop, diğeri Bodrum” diye konuşulurdu. Komşu şehirlerin halkı: “... Bodrum, iki dükkan bir fırın, peynir ekmek yemekten ne ağız kaldı ne burun” diyerek Bodrum’lularla dalga geçerlerdi.
Bodrum’lu insanların iyiliğine diyecek yoktu. Namusluydular Bodrum’da hırsızlık olayı olmazdı. Evlerin kapıları kilitlenmez, açık dururdu. Yalnız benim çocukluğumda iki hırsızlık olayı oldu:
Sahildeki bir eve hırsız girmiş, gizli kasayı açarak içindeki mücevherleri çalmıştı. Ben sabah evin önünden geçiyordum. Alt kattaki balkonda bir şangırtı oldu. Balkona çıkanlar: “Hırsız var, yakalayın” diye bağırmaya başladılar. Dönüp baktığımda bir gencin hızla kaçtığını görüp hemen peşine takıldım. Evlerin avlularına girip duvarlarından atlıyordu, ben de takip ediyordum. Derken sokağa çıktı ve o sırada sokakta duran bekçiye yakalandı. Hemen yanlarına koştum. Kendisini görünce donup kaldım ve çok üzüldüm. Yakalanan genç çok sevdiğim, bana tahta araba ve topaçlar yapan marangozdu. Çok sevilen ve işinin ehli olan bu marangoz şeytana uymuş ve gizli kasasını yaptığı evden mücevherleri çalmış, sonra da pişman olup çaldığı mücevherleri bir torbaya koyarak evin balkonuna atmıştı.
Birgün de başka bir hırsızlık olayı olmuştu. Bakkal dükkanının toprak damını delip içeri giren hırsız, kağıtlı şeker, çikolata ve birkaç paket sigara çalmış, paralara dokunmamıştı. Bu da birincisi gibi günlerce konuşulan bir olay olmuştu. Birkaç gün sonra hırsızın bir çocuk olduğu anlaşılmıştı. Annesi hırsızlık yaptığını farketmiş ve kulağından tuttuğu gibi getirip karakola teslim etmişti.
Bodrum’da alt kat pencereleri demirli, üst kat pencereleri demirsiz iki katlı bir hapishane vardı. Hapishane her zaman boş dururdu. Yalnız, bir gün, mapushanede bir adam varmış diye şehire bir haber yayıldı. Herkes merakla onu görmeye gitti. Ben de koşarak gittim. Hapishanenin sokağından müzik sesleri geliyordu. Binanın önüne halk toplanmıştı. Ben de aralarına girdim. Mahkum 40 yaşlarında Muğla’lı bir adamdı. Hapishanenin sokağa bakan penceresinin içine rakı sofrasını kurmuş, gelenleri seyrederek ve pencerenin önünde yer alan keman, kaval, darbukadan oluşan çalgıcıların kendisi için çaldığı neşeli havaları dinleyerek rakısını yudumluyordu. Doğrusu, adamın bu kadar keyif sahibi olmasına herkes şaşırmıştı.
Bodrum’da iş imkanları çok sınırlıydı. Halk bütün gününü kahvehanelerde oturup çene çalarak ve oyun oynayarak geçirirdi. Merak edip saymıştım: 3000 nüfuslu şehirde küçüklü, büyüklü tam 49 adet kahvehane vardı. Halkın çoğu dar gelirliydi. Ancak, sebze, meyve boldu ve ucuzdu. Cuma günleri köylü pazarı kurulurdu. Vasıta olmadığından köylüler ürünlerini eşeklerle taşıyıp getirirlerdi. Öğle namazından sonra pazar dağılır, köylüler köylerin dönerlerdi. Satamadıkları sebze ve meyvalarını, taşımaya değer görmeyerek pazar yerinde bırakırlardı. Onlar gidince fakirler pazara üşüşerek bir haftalık sebze ve meyve gereksinimlerini parasız sağlarlardı.
Köylü pazarına “yaymacı” diye adlandırılan kitap satıcıları gelirdi. Yere yayarak sattıkları kitaplarda, “Leyla ile Mecnun”, “Tahir ile Zühre”, “Arzu ile Kamber” gibi efsanevi aşk öyküleri ve “Hazreti Ali’nin Kılıcı”, “Hayber Kalesi” gibi kahramanlık öyküleri anlatılırdı. Biz çocuklar bu kitaplara bayılırdık. Ancak, bir çocuğun aylık harçlığı bir kitap almaya yetmezdi. Bir çözüm bulmuştuk: Dört arkadaş aylık harçlıklarımızı birleştirerek bir kitap satın alıyorduk. Parayı denkleştirince sevinçten havalara uçarak pazara koşardık. Kitabı hepimiz okuduktan sonra, sırası gelen kitabın sahibi olurdu.
Yaymacılardan, pazara gelen köylüler de kitap alırlardı. Köylerine döndüklerinde köy kahvehanesinde toplanırlar, okuma, yazma bilen biri onlara kitapları okurdu.
Böylece, yaymacılar, farkında olmadan, o zamanın çok kısıtlı imkanları içinde, halkın kitap okuma alışkanlığı edinmesini sağlıyorlardı.
Evimizin yakınındaki postane başka bir binaya taşınmıştı. Boş binada oynarken zemin kattaki bir odaya girdiğimde, terkedilerek yerlere atılmış, Arap harfleriyle yazılı ve üstleri silme Osmanlı pullarıyla kaplı tomar tomar evraklar ördüm. Bir tomarını alıp eve getirdim. Avluda onları suya batırıp pullarını çıkardım.
Pulların kenarlarındaki kertikleri beğenmeyip kestim. O sırada açık olan avlu kapısından beni gören Belediye Çavuşu koşup yanıma gelerek: “Pulları kesip berbat etmişsin, bunları nereden buldun?” diye sordu. Ben: “postane binasında bunlardan dolu var” deyince hızla yanımdan ayrıldı. Onun telaşından şüphelenip ben de peşinden koştum. Geç kalmıştım, Çavuş bütün evrakları alıp götürmüştü. Böylece, büyük bir serveti kaçırmıştım. Bu olay bende pula karşı bir ilgi uyandırmıştı. O zamandan bu yana seri hatıra pulları biriktiriyorum.
Birçok şehirde sinema yokken Bodrum’da sessiz sinema vardı. Sahibi Nusret adında bir makinistti. Babama, dükkanından yaptığı alışverişten doğan borcunu ödeyemiyordu. Aralarında bir anlaşma yaptılar. Borca karşılık bizim aile ücret ödemeden dilediği kadar sinemaya girebilecekti. Ben bu anlaşmadan yararlanarak sık sık sinemaya gider, bazen mahallemizin çocuklarını da yanıma alıp parasız sinemaya sokardım. Sinemacının birçok klasik batı müziği plağı vardı. Bu plakları, film gösterirken, sahneye uydurarak çalardı. Filmin devamı boyunca çalınan bu plaklar bende klasik batı müziğine kulak alışkanlığı sağlamıştı.
Bizim evin yanındaki evde, Girit’ten gelen ve oranın eşrafından olan “Nalbantoğulları” ailesi otururdu. Balkonlarımız karşı karşıyaydı. Onların balkonundan gramafonla klasik batı müzik plakları çalınır, ben de zevkle dinlerdim.
Bir gün Ağabeyim eve otuz adet kadar klasik batı müziği plağı getirdi. Bunları, savaşta Bodrum’a sığınan İtalyan askerlerinden, ekmek ve incir karşılığında almıştı. Evimizde gramofon vardı. Bach, Beethoven ve Mozart gibi ünlü bestecilerin en tanınmış eserlerinin bulunduğu bu plakları dinlemeye doyamazdım. Beni en çok Bach’ın konçertoları etkilerdi. Halen de çok üzgün veya stresli olduğum anlarda Bach’ın müziğini ve özellikle Brandenburg konçertolarını dinlediğimde üzüntüm, stresim dağılır, huzura kavuşurum.
Bodrum’da mehtaplı gecelerde, aileler sandallara biner şarkılar söyleyerek denizde gezinirlerdi. Gene mehtaplı gecelerde delikanlılar gruplar halinde şarkılar söyleyerek sahilde dolaşırlardı. Geceleri sinemaya da gidilirdi. O yıllarda Bodrum halkının başlıca gece eğlencesi bunlardan ibaretti. Gündüzleri ise halkın aşağıda anlattığım üç eğlencesi vardı:
Birinci eğlence akşamları şose yolunda gezinmekti. Şimdi adı Cevat Şakir Caddesi olan cadde o zaman gezinti yeriydi. Akşam olunca ailelerde şose yoluna çıkma hazırlığı başlardı. Erkekler yeni elbiselerini giyerler, kızlar ve kadınlar süslenir, çocuklar temiz pak giydirilir ve hep birlikte şose yoluna gidilirdi. Eşler kol kola girer ve çocuklarını ellerinden tutar, delikanlılar iki üç kişilik saflar oluştururlar ve genç kızlar kollarını birbirlerinin bellerine dolar böyle gezinirlerdi. Tanıdıklar karşılaştıklarında başlarını hafifçe öne eğerek selamlaşırlar ve bazen de ayak üstü kısa bir söyleşi yaptıkdan sonra yürüyüşe devam ederlerdi. Birkaç tur atıldıktan sonra evlere dönülürdü.
İkinci eğlence Milas’tan gelen otobüsü karşılamaktı. İçinde yolcusu olan da olmayan da otobüsü karşılar, gelen otobüsün başına kalabalık doluşur, çıkan yolcular merakla izlenir ve tanıdıklara hoşgeldin denirdi. Otobüs kamyondan bozma külüstür bir vasıtaydı. Kamyonun üzerine marangoz tahtadan büyük bir kasa oturtmuş ve içine de tahta sıralar koymuş, böylece kamyon otobüs olmuştu. Milas-Bodrum yolu dar, bozuk ve çok virajlıydı. Ayrıca savaştan dolayı oto lastiği bulunamadığından otobüsün lastikleri yenilenemiyor, yamanıp yamanıp tekrar tekrar kullanılıyordu. Her yolculukta en az dört defa lastik patlar, yamandıktan sonra yola devam edilirdi. Böylesine zorlu bir yolculuktan sonra perişan olmuş durumda Bodrum’a varıp otobüsten indiğimde karşılayanların sıcak ilgisiyle karşılaşmak ve tanıdıkların boynuma sarılarak: “hoşgeldin demeleri beni mutlu ederdi.
Üçüncü eğlence yolcu vapurunu karşılamaktı. Bodrum’a onbeş günde bir, İstanbul ile Antalya arasında işleyen “Tarı” ve “Dumlupınar” adlı yolcu vapurları uğrar, birkaç saat kaldıktan sonra yollarına devam ederlerdi. Vapur Değirmen Burnu’nun ucundan
göründüğünde herkes “vapur geliyor” diye birbirine haber verir ve iskelede toplanılırdı. Liman yeterince derin olmadığı için vapur giremez, kalenin açığına demirlerdi. Yolcular sandallarla iskeleye taşınır, seyredenlerin meraklı bakışları altında iskeleye çıkarlar şehirde biraz dolaştıktan sonra vapura dönerlerdi. Vapuru gezmek isteyen Bodrumlular sandallarla yanına yanaşırlar ve içine girmek için merdivenine hamle yaparlar, ancak, kamarotların engeliyle karşılaşıp girmeyi başaramazlardı. Bazen, iyi bir kamarota rastlanır vapurun ikinci mevki salonuna girmelerine izin verilirdi. Birinci mevki ziyaretcilere yasak olduğu gibi ikinci mevki yolcularına da yasaktı. Benim bir ayrıcalığım vardı. Bodrum vapur acentasının sahibi akrabamdı ve beni birinci mevki salonuna sokardı. Her defasında, salonu ve oradaki şık giyimli yolcuları hayranlıkla seyrederdim. Döndüğümde neler gördüğümü öğrenmek için etrafımı saran çocuklara gördüklerimi ballandıra, ballandıra anlatırdım.
Şilepten bozma olan bu vapurların geniş ambarları vardı. Maddi durumu iyi olmayanlar ambarda yolculuk ederdi. Ambarlar tıka basa yolcularla dolu olurdu. Yolcuların çoğu yerlere serdikleri kilimler ve battaniyeler üzerinde otururlar, az bir kısmı tahta ranzalarda yatıp kalkalardı. Ambarda yer bulamayanlar, eşyalarıyla birlikte, güvertelerde, açıkta yolculuk ederlerdi. Ambarın kapısından dışarıya, insanın midesini bulandıran, ağır, berbat bir koku yayılırdı.
İlkokulda okurken babamın varlıklı dostlarının vesikalı fotoğraflarına bakarak kömür kalemle portrelerini yapardım. Karşılığında bana 5 lira verirlerdi. O zamana göre büyük paraydı. Ayrıca manzara resimleri yapmayı da seviyordum. İlkokulumuzun bahçesinin altında Cuma günleri köylü pazarı kurulurdu. Bir gün baktım, bahçemizin ucunda bir ressam pazara bakarak dikkatle izlemeye başladım. Ressam bir ara bana dönerek: “Sen galiba resimden anlıyorsun, haydi gel bakalım benim resmimi tenkit et” dedi. Tabloda pazara yayılmış köylüler ve onların ortasında duran iki adet deve vardı. Bu develeri ressam uydurup oraya koymuştu. Ben: “Bu develer olmamış” dedim. Ressam merakla: “Ya!.. Neden olmamış?” diye sordu. “Pazarın ortasında deve olur mu? Onlar bir ürkerse pazarın altını üstüne getirirler” dedim. Güldü, sırtımı okşadı: “haklısın” dedi. Bundan birkaç yıl önce Destek Sanat Galerisi’ndeki bir sergide ben bu tabloyu gördüm, çok heyecanlandım.
İlkokulu birincilikle bitirmeme ve öğretmenlerimin sürekli istemelerine rağmen babam beni okutmak istemiyordu. Terketmek üzere olduğu dükkandaki işini devam ettirmemi istiyordu. Bir neden de okutacak parasının olmamasıydı. Böylece, ilkokulu bitirdikten sonra bir yıl okulsuz kaldım. Dükkanla hiç ilgilenmedim. Aklım, fikrim okumaktaydı. Okulların açılmasına yakın babama tekrar tekrar yalvarmalarımdan bir sonuç alamayınca kaçmaya karar verdim. Bodrum’da Ortaokul olmadığından Milas’a gitmem gerekiyordu. Gümbetteki tarlaevinde amcamın ailesiyle birlikte kalıyorduk. Geceyarısı sessizce kalktım. Aylardır harçlığımdan biriktirdiğim paraları ve önceden hazırladığım kumanyayı alıp gizlice evi terkederek yola koyuldum. Yaya olarak Milas’a gidiyordum. Milas’a vardığımda Ortaokul Müdürü bulacak, yanıma aldığım karnemi göstererek bana okuma imkanı sağlaması için yalvaracaktım. Sonuç alacağımdan emindim. Aşağı yukarı 10 kilometre kadar yürümüştüm. Ne karanlıktan korkuyor ne de yoruluyordum. Birden arkamdan gelen atların ayak seslerini duydum. İki atlı gelip yolumu kestiler. Gelenler tarlamızı işleyen köylülerdi. Birşey demeden beni sürükleyip ata bindirerek geri götürdüler. Rastlantıyla uyanan amcam kaçtığımı farkedip babamı uyandırmış ve arkamdan bu atlıları göndermişler.
Benim kaçma olayım işe yaradı. Bütün ailenin yüklenmesi üzerine babam Milas’a göndermeye razı oldu. Milas’ta “Cin İmam” adıyla tanınan bir akrabamızın evinde yeme, içme dahil 20 lira aylık ücret karşılığında kalacaktım.
Milas’a gitmek için bulabildiğim tek araç atlı arabaydı. Üstü tamamen açık olan iki atla çekilen bu arabaya kadın ve çocuk tam 16 kişi bindik. Üst üste oturuyorduk. Kıpırdamak bile çok zordu. Yolculumuz iki gün sürdü. Toz, toprak içine bulanmış bitkin bir halde Milas’ın çarşı meydanına indik. Babam, Cim İmamı kime sorsan tanır demiş, bir adres vermemişti. Ama sorduğum kimseler onu tanımıyorlardı. Yorgunluktan bitik durumda, bulmaktan ümidimi kesmiş, yerde otururken yanıma gelip neyi beklediğimi soran bir adam imdadıma yetişti. Cin İmamı tanıdığını ve biraz ilerde oğlunun marangoz dükkanı olduğunu söyledi. Hemen oraya koştum. Oğlu beni alıp evlerine götürdü.
Üstüm başım toz toprak içindeydi. Ev halkı şaşkınlık ve üzüntüyle beni seyrediyordu. Biraz sonra odaya, benim yaşımda, gayet şık takım elbise giymiş ve papyon takmış bir oğlan girdi. Beni görünce şoke oldu. Etrafdakiler: “Bak, sınıf arkadaşın geldi, haydi elini sık, hoşgeldin de” dediler. Ancak, çocuk yanıma sokulmaya cesaret edemeyip hemen odayı terketti. Hayatımda bu kadar utandığımı hatırlamıyorum. Sonradan samimi arkadaş olduğumuz Faik adlı bu çocuk bir terzinin oğluydu ve bitişikteki evde oturuyordu.
Kaldığım evin sahibi aslında imam olmayıp emlak komisyoncusuydu. 40 yaşına bastığında, o zamanda herkesin yaptığı gibi, artık yaşlandığını düşünerek işini bırakmıştı. Hiçbir geliri ve birikmiş parası yoktu. Marangozluk yapan oğlu, Milas’ta sık sık uygulanan mevsimlik tarla kiralayıp tütün yetiştirme işine girmiş ve iki yıl üst üste zarar edip boğazına kadar borca batmıştı.
Salaş bir ahşap evde Cin İmam, eşi, oğlu ve 18 yaşlarındaki, yetim kalmış, kız torunu ile birlikte yaşıyorduk. Evde üç oda vardı. Ben Cin İmam ve eşinin yattığı odada yatıyordum. Babamın gönderdiği 20 lira aylık ücret dışında eve para girmiyordu. Et, meyva hiç yenmiyor, ekmek, yumurta ve ucuz sebzelerle besleniyorduk. Bazen de karşıdaki çayırlık alandan topladığımız ebe gümeci, ısırgan gibi otları kavurup yemekle yetiniyorduk. Ayda bir, Cin İmam elinde tuttuğu 250 gram tahin helvası paketini sallaya sallaya eve girer, evde bir sevinç rüzgarı eser, helva özenle beş eşit parçaya bölünür herkes kendi parçasını yavaş yavaş tadını çıkara çıkara yerdi.
Bütün bu yoksulluğa rağmen neşemize diyecek yoktu. Akşam olunca, evin genç kızı utunu, kemanımı ve bize katılan komşu kızı darbukasını alır, hep birlikte çalıp, şarkılar söyleyip, oyunlar oynayarak neşeli saatler geçirirdik. Aşırı sıcak havalarda, evin altında boş duran, insan boyundaki zeytinyağı küplerine su doldurur, elbiselerimizle birlikte içlerine girerdik. Dışarıdan yalnız başlarımız görünürdü. Birbirimize bakıp komik görüntülerimizee kahkahalarla gülerdik.
Birlikte odayı paylaştığımız Cin İmam ve karısı her sabah gün doğmadan uyanırlar, yer ocağının yanındaki minderlerine bağdaş kurup otururlar, odunları ateşleyip kahvelerini pişirirlerdi. Birer sigara yakıp kahvelerini keyifle içerken tatlı bir sohbete dalarlardı. Beni uyandırmamak için alçak sesle konuştuklarından ne söylediklerini duymazdım. Sohbetleri giderek koyulaşır, sigaralar tazelenir, mutlulukları yüzlerinden okunurdu.
Yarı aç, yarı tok yaşamama rağmen bu evdeki yaşantımdan çok memnundum. Babamın, ailenin fakir olduğunu duyup beni başka bir yere yerleştirmemesi için Tanrı’ya dua ediyordum. Ne yazık ki duaları kabul edilmedi. Bir yıl sonra, hali vakti yerinde başka bir akraba ailenin yanına yerleştirildim.
Milas’la ilgili anılarımı anlatmayı burada noktalıyor, savaşla ilgili anılarıma geçiyorum:
İkinci Dünya Savaşıyla ilgili anılarımı anlatmaya başlamadan önce büyüklerimden duyduğum Birinci Dünya Savaşı’na ait iki olayı anlatmak istiyorum:
Birinci olay, “Ballı” adındaki bir deliyle ilgili... Bodrum’da bir düzineye yakın deli vardı Bunlar zararsız delilerdi. Bizim evin yanındaki sokakta oturan “Deli İbram” sık sık önümüzdeki yola gelir, avlumuzun duvarına dayanarak yola çömelir, orada saatlerce kalırdı. Ara sıra iki elini birden, tüfek tutuyormuş gibi, yukarı kaldırıp yüksek sesle “piyav!” diye bağırarak hayali tüfeğiyle havaya ateş ederdi. “Haydi İbram bir kere atıver” diyenlerin hatırını hiç kırmaz, hemen ellerini kaldırarak atışını yapardı. Başka birşey yapmadan evine dönerdi. Deliler Bodrumluların eğlence kaynağıydılar.
Birinci Dünya Savaşı’nda Fransız harp gemileri Bodrum Kalesi’nin açığına demirleyip cephane var diye kaleyi bombaladıkları sırada Ballı adlı deli, şimdiki adı Neyzen Tevfik Caddesi olan yalıdaki caddede, top seslerinden coşup, hoplayıp zıplayarak bir uçtan bir uca koşar dururmuş, Fransızlar kendisini farkedince topları ona çevirip ateşlemişler. Ballı yanından vızır vızır geçen toplara aldırmadan koşmasına devam etmiş. Bu yüzden sahilde birkaç ev yıkılmış: “ballı”ya gelince, onu vuramamışlar.
İkinci olay da şöyle olmuş: Birinci Dünya Savaşı’nda Bodrum’u İtalyanlar işgal etmiş. Halka hiçbir zararları olmamış. Bir gece ay tutulmuş. Adete göre, havaya ateş edilmesi gerekirken halkın elinde silah olmadığından tenekelere vurarak sesler çıkartmışlar. Evlerden gelen bu teneke seslerini, silah sesi zanneden İtalyan askerleri apar topar Bodrum’dan kaçmışlar ve bir süre de geri dönmemişler.
İkinci Dünya Savaşı’nda, İtalyanların yönetiminde olan ve Bodrum’un tam karşısında bulunan İstanköy Adası, İngilizlerle Almanlar arasında birkaç defa el değiştirmiştir. Adanın her ele geçirilişinde üzerimizden devamlı uçaklar geçer, atılan bombaların yaptığı sarsıntıdan Bodrum’daki evlerin pencerelerinin camları kırılırdı. Geceleri gökyüzü, projektörler ve havaya atılan renkli ışıldaklardan dolayı sabaha kadar gündüz gibi aydınlanır ve biz çocuklar için seyrine doyulmaz bir görüntü oluşurdu. İstanköy’ün etrafında gemiler batırılıyor, dalgalar, Bodrum’un köylerinin sahillerine cesetler taşıyorlardı. Köylüler kıyıya vuran cesetleri aramaya çıkıyorlar,buldukları cesetlerin üzerlerindeki değerli şeyleri alıyorlardı. Büyük balıkların karınlarından insan parmakları çıkıyordu. Bu yüzden halk balık yiyemez olmuştu.
Savaş sırasında Bodrum’da bir Alay’dan oluşan asker vardı. Bizim askerler, üzerimizden geçen her yabancı uçağa mitralyözle ateş ederlerdi. Uçaklar çok alçaktan uçtukları halde neden hiç vuramadıklarını merak ederdik. Bir subay merakımızı giderdi. Meğer, askerler kurusıkı ateş ederlermiş. Rasgele bir uçak düşürürler de sorun çıkar kaygısıyla gerçek mermi kullanılmazmış.
Geceleri karartma yapıldığından halkta, uçaklar, İstanköy sanıp Bodrum’u bombalayabilir kaygısı vardı. İngiliz uçaklarının yanlışlıkla Milas’ı makineli tüfekle taramaları ve bir kişinin ölmesi halkın kaygısını büsbütün artırmıştı. Şehirde oturanlar köylerdeki tarlalarına taşınmışlardı. Biz de savaş boyunca, yaz aylarında, Gümbet’te bulunan tarlamızdaki evde kalmıştık.
İstanköy’ün etrafında olup bitenleri kalenin en yüksek kulasının üstüne çıkıp, bir arkadaşımızın babasına ait dürbünle, oradan seyrederdik. Bodrum Kalesi boştu ve her zaman açık olurdu. Kalenin her tarafı biz çocukların oyun alanıydı. Çok büyük ve değişik ve de asırlar öncesini yaşatan böyle bir oyun alanına sahip olmak biz çocuklar için bir şanstı. Oyun oynarken çocuklardan biri: “Uçak hücumbotu kovalıyor” diye bağırınca hemen kulenin üstüne çıkar uçağın hücumbotu kovalamasını heyecanla izler, nasıl sonuçlanacağına bahse girerdik. Hücumbot zikzak çizerek son hızla bizim limana doğru gelir, uçak da üstünde daireler çizerek onu kovalar ve arasıra topunu gönderir, ancak hücumbotu vuramaz, sadece suları havaya kaldırırdı. Hücumbot limana girdikten sonra uçak ona birşey yapamaz, birkaç defa üzerinde dolanıp giderdi. Bir defasında uçağın kovaladığı hücumbot limana girdikten sonra can havliyle kendini kıyıya atmak isterken kıyının önündeki sığa bindirmiş ve orada uzun süre oturur durumda kalmıştı.
Bir gün öğle üzeri tek kişilik küçük bir İngiliz keşif uçağının limanın üstendi dolaştığını gördük. Uçak giderek alçalıyordu. İçinde oturan pilotu gayet net şekilde görebiliyorduk. Pervanenin dönüşü iyice yavaşlamıştı. Uçak limana inmek istiyor gibiydi. Sonra limandan ileriye doğru gitti. Limanın bir kilometre kadar uzağındaki bir tepenin üzerindeyken içinden pilotun çıkıp atladığını, ancak, paraşütünün açılmadığını ve hızla aşağıya düştüğünü gördük. Uçak da hemen sonra baş aşağı yere düştü. Uçağın düştüğü yeri çok iyi biliyordum. Hemen var gücümle oraya doğru koştum. Paramparça olmuş uçağın yanına ilk ben ulaştım. Etrafta pilotu göremiyordum. Sağa sola koşup onu ararken bir çalının arkasında eni,  boyu 40 santim kadar olan bir paket gördüm. Dikkatle bakınca paketin altında pilotun küçük bir yığın halinde durduğunu dehşetle farkettim. Sonradan, uzun boylu bir İngiliz olduğunu öğrendiğim bu insanın böylesine küçük bir yığın halini almasına çok şaşırmıştım.
Bir sabah, şimdiki yat limanının olduğu yerde iki adet İngiliz çıkartma gemisinin durduğunu gördük. Alman uçaklarından kaçarak limana sığınmışlardı. Üzerleri büyük barandalarla örtülere uçaklara karşı kamufle edilmişlerdi. İçlerinde 20 adet kadar İngiliz askeri vardı. Bu gemiler Bodrum’da aylarca kaldılar. Konservelerden oluşan gıdalarını Kıbrıs’tan hücumbotla taşıyıp getiriyorlardı. Boş konserve kutuları denize atılıyordu. Denizin dibinde bu kutulardan bir tepe oluşmuştu. Bodrumda, bardak, kutu zor bulunuyordu. Halk geliştirdiği bir yöntem ile cam şişeleri ortasından keserek barda yapıyordu. Bu nedenle, konserve kutularına talep çoktu. Çocuklar her gün denize dalıp bu kutuları toplayarak satıyorlardı.
İngiliz askerlerinin karaya çıkmaları yasaktı. Ancak, gemilerinin etrafında denize girmelerine izin veriliyordu. Biz çocuklar onlarla birlikte yüzüyorduk. Güler yüzlü ve neşeli gençlerdi. Onlar aramızda işaretle yürüyen sözsüz bir dostluk oluşmuştu. Bir sabah baktığımızda gemiler yoktu. İstanköy’deki Almanların gemilerini farkettiklerini anlayıp limanı terketmişlerdi. Birkaç saat sonra Almanların iki gemiyi de batırdıklarını ve içlerindeki askerlerden kurtulan olmadığını öğrenip çok üzülmüştük.
Bir kış günü limana yelkenli büyük bir gemi geldi. Hayfa... yüklenen portakalları bir yere götürürken düşmanın takibine uğra.... ve kurtulmak için limana sığınmıştı. Birkaç gün sonra,  herhalde limandan uzun süre çıkamıyacağını ve portakalların çürüyeceğini düşünerek, kaptan taşıdığı bütün portakalları denize boşalttı. Denizin üstü sapsarı portakallarla kaplandı. Halk, sepet, çuval eline geçtiyse alıp soğuğa aldırmadan, hatta bazıları elbiselerini bile çıkarmadan denize atlayıp portakalları kapıştı. Doğrusu nefis portakallardı, açlıktan kırılan halk için bu tam bir ziyafet ol...?
Bodrum’da bulunduğumuz bir gece Mustafa Amcam telaşla kapımızı çaldı. Çok endişeliydi. Bize: “Düşman donanması geliyor, herkes dağlara kaçıyor, çabuk toparlanıp kaçın” dedi. Uzaktan seyrettiğim savaşın birden bire içine düşmek benim için tam bir şok olmuştu. Elim ayağım tutmuyor, korkudan titriyordum: Annemle babam da aynı durumdaydılar. Ne yapacağımızı şaşırmıştık. Sonra toparlanıp hemen paraları, altınları, mücevherleri bir torbaya koyarak hızla evde çıktık. Avludan sahile çıktığımızda askerlerin telaşla sağa sola koşuştuklarını, sahile siperler kazdıklarını ve makineli tüfekler yerleştirdiklerini gördük. Yanımızdaki Gerence sokağına girip dağa doğru koşanlarla birlikte koşmaya başladık. Ballı Kaya’nın olduğu tepeye yaklaştığımız sırada, bizi sevince boğan bir haber geldi. Gelen gemilerin bizim harp gemilerimiz olduğunu bildirdiler. Rahat bir nefes alıp evimize döndük. Mer, uzaktan birkaç harp gemisinin geldiği görülünce telsizle gemiler aramış, telsize cevap alınamayınca düşman gemisi olduklarına karar verilmiş.
Yaşlılar, kadınlar, kızlar ve çocuklardan oluşan yüzlerce İstanköy’lü Rum, savaştan kaçarak, teknelerle gelip Bodrum’a sığındılar. Bunların bir kısmı hana bir kısmı da sahildeki açık alana yerleştirildiler. Kıtlığın yaşandığı Bodrum’da onlara çok az yiyecek verilebiliyordu. Hepsi açtı. Bütün gün deniz kenarında taşların yosunların arasındaki küçük balıkları tutmaya çalışıyorlar ve tutabildikleri parmak büyüklüğündeki birkaç balığı, çalı çırpı ile yaktıkları ateşin üstüne tutarak pişirip yiyorlardı. Genç kızlar, ailelerinin baskısıyla, bir avuç incir ve birkaç dilim ekmeğe karşılık beraberlerinde getirdikleri çeyizlerinin en değerli parçalarını vermek zorunda kalıyorlar ve verdikten sonra da hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Onlara çok acıyordum. Ara sıra, karşılığında birşey almadan, birkaç tane incir veriyordum, sevinçle alıyorlardı. Onları Kıbrıs Adasına götürmeye cesaret edebilen bir tekne sahibi bulunamadı. Bu yüzden uzunca bir süre Bodrum’da kaldılar. Bu arada, büyük bir Rum gemisi, Bodrum’un karasularına kaçak girdiği için yakalandı ve devletce el konularak açık artırma ile bir Bodrumluya satıldı. Satın alan gemiye “Ege” adını koydu. Biz çocuklar böylesine büyük ve güzel bir gemiyi ilk defa görüyorduk. Her gün iskelede demirli olan bu gemiyi görmeye gider, onu hayranlıkla seyrederdik. Geminin sahibi cesur çıktı. Bodrum’a sığınmış olan Rumları, büyük paralar karşılığında, partiler halinde Kıbrıs’a taşıdı.
Bir sabah, İstanköy’den Bodrum’a doğru büyük, küçük birçok teknenin gelmekte olduğunu gördük. Teknelerle gelenler, savaştan kaçan, İstanköy’deki İtalyan Birliğinin askerleriydi. Bandolarının çaldığı marşlar eşliğinde, şapkalarını havaya fırlatıp sevinç naralar atarak limana girdiler. İskeleye yanaşıp karaya çıktılar. Herhalde geriye çevirmesinler diye, top, tüfek, cephane olarak neleri varsa hepsini beraberlerinde getirmişlerdi. Bu silahlar iskelede büyük bir tepe oluşturmuştu. Gelen İtalyan askerleri çarşının yanındaki futbol meydanına götürüldüler. Halk akın akın onları seyretmeye geldi. O sırada Bodrum’da bir alay askerimiz vardı. Alay komutanımız heybetli bir Albay’dı. Bizim Albay, başta komutanları olmak üzere, İtalyan subaylarını tek sıra halinde dizdirdi. Subaylar, daha sonra başlarına geleceklerden habersiz, halka gülücükler gönderiyorlardı. Albayımız önce İtalyan komutanın önünde durdu. Birden hiddetle apoletlerini söktü, yüzüne tükürdü, sonra da bir tekme vurdu. Neye uğradığını şaşıran komutan iki metre öteye yuvarlandı. Albayımız ayni şeyleri diğer İtalyan subaylarına da yaptı. Askerlere birşey yapmadı. Olayı seyreden halkın bir kısmı Albay’ın bu davranışın alkışladı, bir kısmı ise pek doğru bulmadı.
Kale ile onu çevreleyen dış surlar arasında kalan boş alana çadırlar kurularak İtalyan askerleri bu çadırlara yerleştirildiler. Bir süre Bodrum’da kaldılar. Kendilerine yeterli gıda verilemediğinden yarı aç durumdaydılar. Bir kilo incire değerli eşyalarını bayıla bayıla verirlerdi. Biz çocuklar kalenin dışındaki surların üstünden aşağıya bakarak onları seyrederdik. Bir gün, çadırların birinden çıkan bir İtalyan askeri, işaretle, elimdeki ayvayı, kendi elindeki çakıyla değiştirmeyi önerdi. Kabul edip aşağıya attığım ayvayı alarak çakıyla birlikte çadırına girdi. Yaptığı bu dolandırıcılığı yanına bırakamazdım. Mahallenin çocuklarını toplayıp getirdim. Çadırları taş yağmuruna tuttuk. İtalyan askerleri, elleri havada, çadırlarından dışarı fırladılar. Benim dolandırıcı çakısını hemen bana fırlattı. Bunu gören birkaç İtalyan askeri de, herhalde korkudan olacak, çakılarını bize attılar. Böylece bir taşla birkaç kuş vurduk.
Askerler sonra İzmir’e götürülmek üzere Bodrum’dan ayrıldılar. Önce Milas’a götürüldüler. Orada birkaç gün tutuldukları ve onlara yolları temizlettirdiklerini işittik. Aydın’dan geçerken halk tarafından taşlanmışlar.
Bir gün, Turgut Reis açıklarında bir şilebin batırıldığı haberi geldi. Batırılan İsveç’e ait bir şilepti. İsveç savaş dışı kalmıştı. Şilep savaşan ülkelere yardım için, Kızılhaç’a ait ilaç taşıyordu. Herhalde yanlışlıkla batırılmıştı. Belki de bazen olduğu gibi, şilebin yanına saklanarak giden bir hücumbot farkedilmiş ve atılan toplar şilebe isabet etmişti. Şileptekileri kurtarmak için limandan olay yerine tekneler gittiler. Onbeş kadarını kurtarıp getirdiler. Diğerleri ölmüştü. İskelede toplanan halk kurtarılan İsveç gemicileri şaşkınlıkla seyrediyordu. Ölümden dönmüş ve arkadaşlarını kaybetmiş olan bu insanlar, sanki hiçbir şey olmamış gibi, gayet rahat ve neşeliydiler. Futbol sahasının yanından geçerlerken, top oynayan futbolcuları görünce, hemen soyunup bir takım kurarak bizim futbolcularla maç yapmaya başladılar.
Savaşla ilgili anılarımı anlatmayı burada keserek diğer anılarıma geçiyorum:
Çocukluğumda Bodrum’da, savaşın da etkisiyle, elbiselere kumaş bulunamıyordu. Babamın dükkanına birkaç ayda bir Sümerbank’tan sınırlı miktarda basma ve kaput bezi gelirdi. Bunlar küçük parçalara bölünerek halka vesikayla satılırdı. Malın geldiği gün dükkana saldırılır, vitrin camları kırılır, biz dört, beş kişi önlemeye çalışmamıza rağmen kumaşlar yağma edilirdi. Bu yüzden babam kumaş getirtip satmaktan vazgeçmek zorunda kalmıştı.
Halk ceketlerini, paltolarını ters yüz ederek giymeye devam ederdi. Pantolonlar, çoraplar yamanır, dibi delinen ayakkabılara pençe yapılır ve ayrıca, çabuk yıpranmasın diye ayakkabıların tabanlarına “kabara” denen iri başlıklı çiviler çakılırdı. Fakirlerin ayakkabı derdi yoktu. Onlar yaz, kış yalınayak dolaşırlardı. Ayaklarına altı yarım santim kalınlığında nasır bağladığından yazın sıcağından kışın soğundan etkilenmezlerdi. Köylülerin “gök don” adı verilen şalvarları, değişik renkte kumaş parçalarından yapılan yamalardan dolayı rengarenk görünürdü.
Eskiden Bodrum halkının aşağı yukarı yarısını mübadele gelen Girit’li Türkler oluşturuyordu. Mübadeleden öncede Girit’ten gelen birkaç aile vardı. Onlar Girit’in ileri gelenlerindendi. Mübadele yoluyla gelenlerin çoğu dar gelirliydi ve meslekleri balıkçılık ve süngercilikti. Giritliler Bodrum’da süngerciliğin gelişmesini sağlamışlardır. İçlerinden bazı kaptanlar, Akdeniz’in dibini avuçlarının içi gibi bilirler ve sünger yataklarını elleriyle koymuş gibi bulurlardı.
Çocukluk yıllarımda yerli halkla Giritliler anlaşmakta zorluk çekiyorlardı. Yerli halk tutucu değildi ama Girit’li kızları kolsuz bluz giymeleri, sözlü ve nişanlı Giritlilerin el ele tutuşarak sokaklarda dolaşmaları ve bir evde yalnız başına kalmaları hoş karşılanmıyordu. Çok seyrek de olsa yerli gençlerle Girit’li gençler arasında taşlı, sopalı meydan kavgaları olurdu. Öyle durumlarda biz yerli çocuklar, bir süre, Giritli Mahallesi’ne gitmeye cesaret edemezdik.
Giritlilerin içinde hiç Türkçe bilmeyenler vardı. Bazıları yarı Türkçe yarı Rumca konuşurlardı. Yalnız Atina Radyosunu dinlerlerdi. Onların mahallesinin bir Rum şehrinin mahallesinden farkı yoktu.
Ancak, bu durumlar uzun sürmedi. Gençliğimde herşey düzelmiş ve yerli halkla Giritliler kaynaşmışlardı.
Bodrum’a elektriğin gelişini rahmetli Mühendis Mehmet Uslu Ağabeyim bana şöyle anlatmıştı:
“Bodrum’a ilk elektiriği 1926 yılında makinist Nusret sağladı. O yılda birçok şehirde elektrik yoktu. Nusret, büyük bir sobada, Şeytanın Ahmet’e körükleme işini yaptırarak, kömürü yarı yanmış şekilde yakıp bol karbondioksit elde etti. Karbondioksiti dar bir delikten geçirip sıkıştırdı ve doğal gaz gibi kullanıp dinamoyu onunla çalıştırarak elektrik üretti. Elektrik direği yoktu. Ampuller ağaçlar ve evlerin duvarlarına asılırdı. Evlerde sadece bir ampul bulunurdu ve genelde oturulan odaya konurdu. Babam Hasan Uslu ampul satar ve alanların adlarını deftere yazardı. Elektrik ücreti ampul sayısına ve muma göre alınırdı. Genellikle, daha ucuza geldiği için, 25 mumluk ampul kullanılırdı. Daha sonra, mazotlu elektrik makinasını gene Nusret kurup çalıştırdı.”
Bodrum’da yaşayan ve Halikarnas Balıkçısı adıyla tanınan Cevat Şakir biz çocukların gözünde erişilemez derecede büyük bir insandı. Ancak, uzun boyu, kalın sesi ve çatık kaşlarından dolayı yanına yaklaşmaktan çekinirdik. Görünüşü böyleydi ama kendisi çocuklara iyi davranırdı. Cevat Şakir’in evi, çocukluğumun ilk yıllarındaki adı Rum Mahallesi, sonraki adı Giritli Mahallesi ve şimdiki adı da Kumbahçe Mahallesi o an mahallenin sahilindeydi. Evinin kapıları her zaman açık olurdu. Evinde çok az eşya vardı. İçerisi çıplakmış gibi görünürdü. Bazen, kendisini, odanın ortasında yere boylu boyunca uzanmış vaziyette bir şeyler yazarken görürdük.
Cevat Şakir Belediyenin bahçıvanıydı. Yedi lisan bilen ve Oxford mezunu olan böylesine değerli bir insanın bahçıvanlık yapmasına biz çocuklar hiç akıl erdiremezdik. Sırtında gübre çuvalları taşıyarak Bodrum’da üç tane egzotik park yapmıştı. İzmire taşındıktan kısa bir süre sonra bu parklar yerle bir edildi. Bodrum’a geldiğinde özene bezene yaptığı parklarını göremeyince çarşının ortasına oturmuş ağlamış.
Bodrum’da Ramazan topunu yıllarca Cevat Şakir atmıştır. Ramazan topu kalenin dışını çevreleyen surun üstüne yerleştirilirdi. Cevat Şakir, topu ateşlemek için, meyilli topraktan yürüyerek surun üzerine çıkar, topun fitilini ateşledikten sonra hızla aşağı iner, hemen sonra da top patlardı. Topun sesi yarımadanın her tarafından rahatlıkla duyulurdu.
Benim doğup büyüdüğüm ev deniz kenarında, şimdiki Neyzen Tevfik Caddesi üzerindedir. Eski ve taş bir evdir. Neyzen Tevfik çocukluğunu bu evde geçirmişti. Evin taş duvarları zeminde 90 santim kalınlığındadır. Kalınlık duvar yükseldikçe azalır ve en yukarıda 50 santime iner. Tavan tahtadan yapılmıştır. Tahtaların üzerine sıcağı geçirmeyen erişte serilmiştir ve onun üstü “geren” adı verilen, su geçirmez yağlı bir toprakla örtülmüştür. Erişte denizde yetişen ince şerit şeklinde bir bitkidir. Dalgalar tarafından sökülüp karaya atılan ve kıyılarda kümeler halinde durur. İyi bir yalıtkandır. Evlerde erişteye gömülen limonlar aylarca tazeliğini korurdu.
Evin yarım dönüm bahçesi vardı. Etrafı üç metre yüksekliğinde taş duvarlarla çevrilmişti. Caddenin üzerindeki taş duvarların üstünde bir karış derinliğinde oluklar vardı. Sahil boyunca uzanan bu davarların oluklarından çarşı içindeki su deposuna akan sular geçerdi. Duvarlara ustalıkla meyil verilmişti. Su, oluklardan duraksamadan ve geri gitmeden akardı. Olukların, evlerin önlerine rastlayan kısımlarına küpler yerleştirilmişti. Küplerde biriken sularda çamaşır yıkanırdı. Bir evin kirli suları diğer evlerin küplerine taşındığı için annem küpte çamaşır yıkamazdı. Sonradan sular akmayınca olukları toprakla doldurup içlerine boydan boya nergis dikmiştim.
Caddeye bakan duvarın dibinde üstü kesilmiş, alt gövdesi kalmış bir hurma ağacı vardı. Önümüzdeki caddeden gelin alayı ve çeyiz develeri geçerken hemen hurma ağacının oyuklarına basarak duvarın üstüne çıkar onları seyrederdim. Evin içindeki annemin de seyretmesini ister, kendisini ısrarla çağırırdım. İşim var deyip gelemeyince çok kızardım.
Bodrum’da düğünler bahar ve yaz aylarında evlerin avlularında yapılırdı. Ortada oyun yeri bırakılarak sandalyeler bir daire şeklinde dizilir, onlara kızlar, kadınlar oturur, erkekler onların arkasında ayakta dururlardı. Keman, cümbüş, kaval ve darbuka çalan çalgıcılar oyun alanının kenarında yer alırlardı. Oyunlar Bodrum’a ait türküler eşliğinde oynanırdı. Çalgıcılar hem çalar hem de türküleri söylerlerdi. Bu türküler aslında oyun havası olarak bestelenmemişlerdi. Ancak, ritimleri oyun oynamaya uygundu. Ayrıca her yerde bilinen Harmandalı, Sepetçioğlu ve Çiftetelli gibi oyun havalarıyla da oynanırdı. Bodrum’a ait bazı türkülerde, sevgililerin eşlerini kaybedenlerin acıları ve yakınmaları dile getirilmiştir. Anlatılanlar, yaşanmış gerçek olaylardır. Neşeli bir ortam olan düğünlerde ölümlerin, acıların anlatıldığı böyle türkülerle coşulup oyunlar oynanması nedense yadırganmazdı.
Düğünlerde oyunlara önce kızlar ve kadınlar başlardı. Oyun kaldırıcı bir kadın vardı. Oynayacak olanları o seçer ve yanına gidip kaldırarak oyun yerine çıkartırdı. Kızların, kadınların oyunları bittikten sonra erkekler oynamaya başlarlardı. Herkesin kendine ait bir oyun havası vardı. Oyun yerine çıkan önce kendi oyun havasının adını söylerdi. Eğer çalgıcılar biliyorlarsa o söylemeden çalmaya başlarlardı. Bazen bir erkek oynarken daha oyununu bitirmeden başka bir erkek oyun yerine girip oynamaya başlardı. Buna “keydirme” denir ve hoş karşılanırdı. Ancak, ara sıra, aşırı alkol alanlar arasında bu yüzden kavga çıktığı da olurdu.
Düğünler birkaç gün sürerdi. Her düğün gecesinin “ Kına Gecesi ”, “ Temeldevran  Gecesi ” gibi ayrı adları vardı. Son düğün gecesi bitiminde gelinle damat geceyi birlikte geçirmezler, kendi evlerinde kalırlardı. Ertesi günü sabah damadın yakınları, yaya olarak, çalgıcılar eşliğinde, gelini almak için onun evine giderlerdi. Çalgıcılar, keman cümbüş, gırnata (alaturka müzik çalmak için özel yapılmış klarnet), kaval ve davul çalanlardan oluşurdu. Gelin evinden alınıp süslü bir ata bindirilir, atın başını damadın bir yakını çekerdi. Gelin alayı çalgı eşliğinde oyunlar oynayarak gelinin arkasından yürürdü ve gelini damat evinde kendisine teslim ederlerdi. Damat gelini attan indirir, birlikte evin kapısından içeri girerlerken, arkadaşları, adet gereği damadın sırtına yumruk atarlardı. Gece yarısı da gene arkadaşları bu defa damadın evinin kapısını yumruklarlar ve bir tepsi saraylı tatlısı almadan kapıdan ayrılmazlardı. Gelin köyden şehire geliyorsa, gelin alayı köyden hareket ettiği anda köyün delikanlıları hemen atlara atlayıp şehire doğru yarışa başlarlardı. Hangisi damadın evine önce varıp gelinin köyden hareket ettiğini bildirirse o, bir tepsi saraylı tatlısı kazanırdı.
Gelinin çeyizleri  damadın evine develerle taşınırdı. Çeyizler sandıklara konup develere yüklenir, sandıkların üstlerine halılar konurdu. Deve ve halı adedi gelinin zenginlik derecesini gösterirdi. Develer yürüdükçe, boyunlarına asılan büyük çanlar çalar ve böylece çeyizin yoldan geçtiği duyulurdu. Çeyiz, damadın evinde, sandıklardan çıkartılıp herkesin görmesi için odaya dizilirdi.

11 Haziran 1999
Samim Uslu